29 Nisan 2021 Perşembe

Savaş Çığırtkanı- 8.Bölüm (Roman)


 

BÖLÜM 8

 

Fırtınanın Ardından-Libmons

 

Gemi demir aldıktan sonra Janef kocaman bir haritayı yere açtı, bağdaş kurup oturdu. Eline aldığı bir kalemle geçecekleri yerleri işaretledi. Herkesin onu dinlediğinden emin olunca söze girdi.

“İşte, ulaşmamız gereken nokta burası. Öncelikle büyük vadiyi aşmalıyız. Yolu kısaltmak istiyorsak şuradaki dağları da  aşabiliriz, yükseltisi fazla görünmüyor. Hava koşullarını şu an bilmediğimiz için izleyeceğimiz güzergâh duruma göre değişebilir.”

“Peki, şu Saklı Mekan’ daki gizli belgelere nasıl ulaşacağız? Bilirsiniz ki Saklı Mekânlar gerçekten büyük sürprizlerle doludur. Adının aksine yerlerinin biliniyor olması da tuhaf,” dedi Benay.

Janef onu onayladı: “Her ülkenin gizli antlaşmalarını, ortak projelerini, sırlarını gizlediği bir Saklı Mekân var. Bunların yerleri liderler ve yardımcıları gibi pek çok kişinin el altında bulundurduğu haritalarda mevcut. Her ülke diğerlerin Saklı Mekânının yerini bilir. Benim görüşüme göre bu, liderler arasında bir meydan okuma. Her şeyim apaçık ortada, cesareti olan buyursun gelsin demek istiyorlar bir bakıma.”

“Kulağa mantıklı geliyor. Elbette bunun sonucunda sırlarına ulaşmak istediğimiz lider tarafından yakalanırsak bu da savaş sebebi sayılacak. Böylece lider tüm dünyaya haklılığını gösterip saldırıya geçecektir.”

“Aynen öyle, işin riskli yanı da bu. Topraklarını genişletmek isteyen liderlerin daima bu tarz bahanelere ihtiyacı vardır. Saklı Mekânlar ulaşılması kolay yerlerdir ama içinde ne gibi tehlikelerin ya da sürprizlerin olduğunu bilmiyoruz. Yakalanırsak sadece biz değil ülkemiz de tehlikeye girecek. O yüzden hepimiz çok dikkatli olmalıyız,” dedi Janef soğukkanlı bir şekilde.

Bir süredir sessizce onları dinleyen Verda araya girdi: “Peki, yapacağımız uzun yolculuk için her şey hazır mı? En azından Galnas’ a ulaşmadan eksikleri temin etmeliyiz.”

“Yanımızda bize gerekecek malzemelerin birçoğu var zaten,” dedi Janef elindeki listeye bakarak. “Yine de birkaç eksiğimiz var. Bu sorunu kısa sürede halledeceğimize eminim.”

“Öyle görünüyor ki bir süre daha birlikte seyahat edeceğiz. Bu süreç boyunca birbirimize destek olalım,” dedi Benay kendi haritasını katlayarak.

“Elbette iş birliği yapacağız. Libmons sınırlarına varana kadar olumsuz bir şeyle karşılaşacağımızı hiç sanmıyorum zaten,” dedi Verda.

Kısa toplantı sona erince Elbruz bir kenara çekilip bıçağını bilemeye başladı. Onun için silahlarının keskinliği çok önemliydi. Tabi dövüşürken bazen durum tersine dönebiliyordu.  Eli boynundaki yara izine gitti. Kendi keskin kılıcının sebep olduğu bir kesikti. Bunu fark eden Ayda böyle bir yaraya neyin sebep olduğunu sordu.

“Bir haydut ile dövüşüyordum, yere düştüğüm sırada kılıcını boynuma doğru savurdu. Ben de kılıçla onun hamlesini durdurdum ancak haydut o kadar güçlüydü ki kılıcını sertçe ittiğinde kendi kılıcım boynumu kesti. Çok da keskindir.”

“Savaşçılar daima ölümle burun buruna geliyor. Ben de en azından onların yaralarını sarmak istediğim için tıbbi alanda da bir şeyler öğrenmeye çalıştım,” dedi Ayda.

“Seni çok iyi anlıyorum. Savaşın karanlık yüzünü inkar edemem. Keşke savunma için daha kalıcı, zararsız yöntemler bulabilsek.”

“Savaşmak insanın kaderi sanırım,” diye iç geçirdi Ayda. Diyecek bir şeyi olmayan Elbruz sessiz kalmayı tercih etti. Bıçağını bilemeye devam etti.

Ertesi gün kara bulutlar gökyüzünü sardı. Esinti gittikçe şiddetini artırıyordu. Kaptan çıkabilecek bir fırtınaya karşı herkesin uyarılmasını tembihledi.

“Umarım fırtınaya yakalanmadan varırız Libmons' a. İşimizin aksamasını istemiyorum. Bu arada şu zaman kayması mıdır nedir tekrar yaşayan oldu mu? Bu durum kafamı çok kurcalıyor,” dedi Janef Serenay ve Elbruz’ a bakarak.

“Hayır, bir daha aynı şeyi yaşamadık. Fakat ben her ihtimale karşı Tilkar tarihini ve Lider Harula' yı araştıracağım. Libmons' ta büyük bir kütüphane bulabiliriz sanırım. Ne de olsa Tilkar Devleti geçmişte o coğrafyaya yakın bir yerde kurulmuştu,” dedi Serenay.

“Haklısın, iyi fikir. Belki ilginç bir şeyler bulabilirsin,” dedi Janef.

“Ben Lider Canas' ın bunlarla pek ilgileneceğini sanmıyorum. Kendisi daha çok gizli belgelerin peşinde. Belgeler elimize ulaştığında daha sonra neler olacak gerçekten merak ediyorum. Çünkü yaptığımız bir suç ve eğer yakalanırsak iyi şeyler olmayacağı kesin,” dedi Elbruz.

“Bunu daha önce de konuştuk Elbruz. Lider Canas' a en başından beri yeterince güvenemedin. Bizim iyiliğimiz için elinden geleni yapacağına eminim,” dedi Serenay.

“Fazla iyimsersin.”

“Seni tanımasam bu görevden çekindiğini düşüneceğim,” dedi Serenay.

“Hiçbir görevden çekinmediğimi bilirsin. Sadece kafama takılan şeyler var ve bundan dolayı beni suçlayamazsın,” dedi artık öfkelenmeye başlayan Elbruz.

“Bak Elbruz, işin tehlikesi konusunda ne kadar haklı olsan da ben Lider Canova' nın katillerinin yakalanması ve cezalandırılması için elimden geleni yaparım, bedeli ne olursa olsun. Lider Canas' ın da bu görevi bizlere vermesi çok doğal. Lütfen bu konu hakkında daha fazla tartışmayalım,” dedi Janef.

“Peki, öyle olsun,” dedi sonunda pes eden Elbruz.

Elbruz kafasındaki kuşkulardan bir türlü kurtulamazken diğerlerinin kendisinden farklı düşünmesi daha da moralini bozuyordu. Buna rağmen görevi bırakmak aklının ucundan geçmezdi. En azından gruptakileri korumak istediği için sonuna kadar devam edecekti.

“Bu asık suratlar ne böyle? Canlanın biraz. O kadar yol böyle geçer mi?” diye söylendi Geyul.

Geyul’ a bir cevap veren olmadı, herkes kendi âlemine dalmıştı. İkizler kendi aralarında birini çekiştiriyordu. Serenay Yazel’ e savaş okulundayken aldığı önemli dersleri aktarmakla meşguldü. Akbar ise kara kara bir şeyler düşünüyor, yanındaki küçük deftere bir şeyleri not alıyordu.

Diğer grup da bir kenara çekilmiş kendi aralarında görev hakkında konuşuyordu. Podal’ ın Creyn’ e bir şeyler fısıldadığını gören Benay sinirlendi.

“Off, Podal şurada bir şey anlatıyorum, dinlesene. Sonra başın belaya girerse benden yardım isteme yine.” Benay otoriter biriydi ve kendi sözlerinin hafife alınması canını sıkardı. Podal’ ın rahat tavırlarına hâlâ alışamamıştı.

“Geçmişte alt tarafı küçük bir iyilik istedim diye bunu kafama mı kakıyorsun? Aşk olsun. Hem bu kadar uzun konuşan birinin karşısında bir süre sonra sıkılmam normal değil mi?” dedi Podal alaycı bir ses tonuyla.

“Kapa çeneni!” Konuşma burada sonlandı.

Gemi ekibinden birisi gelip tüm yolculara fırtınanın yaklaşmakta olduğunu ve sakince aşağıda beklemeleri gerektiğini söyledi. “Hadi o zaman toparlanalım. Çünkü buranın fırtınaları gerçekten çok zorlu olur,” dedi Janef. Haritayı düzgünce katlayıp ceketinin iç cebine koydu. Herkes her ihtimale karşı eşyalarını toplamaya başladı. Fırtına yaklaşırken atları sakinleştirmek zor olacağından Janef, Elbruz ve Benay atların bulunduğu bölüme gitti.

Benay güçlü bir kadındı. Savaş okulundan ikincilikle mezun olmuştu. Atkuyruğu yaptığı upuzun, siyah saçları beline kadar geliyordu. Yeşil gömlek ve bol bir pantolon giymişti. Belindeki hançeri hiç çıkarmazdı. Mızrak kullanımında da çok iyiydi. Hemcinslerine göre kol kasları oldukça gelişmişti.

Atlar huysuzlanmaya başlamıştı. Benay atlardan birinin başını okşayıp ve kulağına bir şeyler fısıldayıp atı biraz olsun yatıştırmayı başardı. Janef ile Elbruz da diğer atları sakinleştirmeye çalıştı.

Serenay havanın son durumu hakkında bilgi almak amacıyla kamarasından ayrıldı. Merdivenlerden güverteye çıktığında  şiddetli bir rüzgâr karşıladı kendisini. Adım atmakta zorlanıyor,  kıyafeti uçuşuyordu. Tayfalar güvertede bulunan kişileri aşağı inmeleri konusunda uyarıyordu.

 Hava gittikçe kötüleşiyordu ve kıyıdan çok uzaklaşmışken kısa sürede geri dönemezlerdi. Kaptan fırtınaya direnecek ve gemiyi en az hasarla kurtarmaya çalışacaktı.

“Hanımefendi, uzaklaşın lütfen. Burada durmanız güvenliğinizi tehlikeye atar,” dedi görevlilerden birisi.

“Fırtınayı atlatabilecek miyiz?” diye sordu Serenay endişe içinde.

“Bundan daha kötüsünü de atlattık. O yüzden sadece sakin olun ve aşağıya inin.”

Serenay hiçbir şey demeden kafasını hızlıca salladı ve o anda dalgalar gemiye vurduğunda Serenay ıslanmaktan kurtulamadı ve merdivenlerden inmeye başladı. Önünde aniden beliren görüntü yüzünden az daha düşecekti. Şu an uçsuz bucaksız, kurak bir vadideydi ve geceydi. Bir an bile gözlerini kırpmadan karanlık siluetlere odaklandı. Vücut hatlarını seçemediği, neredeyse yüz binlerce karanlık siluet ellerinde meşalelerle savaş naraları atıyordu.

Karanlık pelerinin içinde Lider Harula göründü. Ordunun başına geçmişti ve sıradan bir insanınkinden birkaç kat daha gür çıkan sesi tüm vadide yankılanıyordu. Harula karşısındaki orduyu savaşa davet ediyor, onlara kendi elleriyle inşa edebilecekleri yeni bir dünya vaat ediyordu. Konuşması bittiğinde atılan savaş çığlıkları Serenay’ ın tepeden tırnağa ürpermesine neden oldu. Ne uğursuz bir uğultuydu bu. Sonra Lider Harula hemen önünde bulunan dev meşaleyi yaktı ve simsiyah alevler göğü kapladı. Yer ve gök karanlığa büründüğünde Serenay’ ın gözleri hiçbir şeyi seçemez oldu.

“Serenay iyi misin?” diye seslendi Verda endişeli bir halde.

Kendini tekrar gemide bulan Serenay ne diyeceğini şaşırmıştı. Fırtınanın yaklaştığını ve dalgalar nedeniyle ıslandığını söyledi. Verda, Serenay için kuru giysiler getirmeye gittiğinde Serenay az önce gördüklerini düşünüyordu. Korkunç bir ordu vardı karşısında. Ölümcül ve tehlikeli görünüyorlardı. Tek bildiği yüz binlerce kişiden oluşan acımasız bir ordunun büyük bir savaş için hazırlanmış olduğuydu. Tüm ülkelerin ordusu toplansa bile o karanlık orduyu asla yenemezdi. Arkasından birinin yaklaştığını hisseden Serenay hızla geriye döndüğünde Geyul ile burun buruna geldi.  

“Seni korkuttum mu? Affedersin. Halini görünce yardıma ihtiyacın olabileceğini düşündüm,” dedi.

“İyiyim, teşekkürler,” dedi Serenay konuyu kapatmak istercesine.

Geyul daha konuşmaya fırsat bulamadan Benay geldi yanlarına. Atların şimdilik bir sorun çıkarmadığını söyledi ve kamarasına doğru yürüdü. O sırada Yazel geldi: “Abla nerede kaldın?”

“Buradayım işte. Merak edecek bir şey yok.”

“Peki, bu halin ne?” dedi Yazel endişe içinde.

“Dalgalar…” dedi Serenay, az önce gördüğü şeyin etkisini üzerinden atmaya çalışırken. “Fırtına çok yaklaştı, sakın yukarıya çıkayım deme.”

Serenay ve Yazel koridor boyunca yürürken kamaralarından çıkan bazı insanlarla karşılaştılar. Herkes fırtına hakkında birbirine bir şey soruyor, sağ salim kıyıya varabilmeyi umuyordu. Serenay' ı ıslak halde gören yaşlı bir kadın telaşlanmıştı.

“Kızım dalgalar şiddetlendi değil mi? Gemi de iyice sallanmaya başladı. Ne yapacağız şimdi?”

“Korkmayın teyzecim. Bu gemi çok daha beterlerini atlatmış. Sağ salim kıyıya varacağımıza emin olabilirsiniz.”

Biraz olsun rahatlamış görünen yaşlı kadın ve eşi birlikte kamarasına girdi. Artık üşümeye başlayan Serenay Verda’ nın getirdiği kıyafetleri hemen giydi.

Bir ara korkulan oldu, gemiden aşağıya sular sızmaya başladı. Görevliler hemen müdahale etmesine rağmen suyun birikmesine engel olamıyorlardı. Yolculardan bir kısmı kovalarla suyu tahliye etme çalışmalarına katıldı. Kimileri  de eşyalarını sudan kurtarmanın derdine düşmüştü.

Gemiye vuran sular merdivenden aşağıya oluk oluk akıyordu. Janef dalgalarla tek başına mücadele eden kaptanı görünce hemen yanına vardı ve dümeni idare etmesinde ona yardım etti. İkisi birlikte dümeni çevirdiklerinde gemi artık daha az su alıyordu. Kaptan bir süre soluklandıktan sonra Janef’ e teşekkür etti. Kaptan emirler yağdırmaya devam etti.

Elbruz güvertedeki yaralı bir tayfayla ilgileniyordu. Orta yaşlardaki adam kayıp düşmüş ve başını yere fena çarpmıştı. Geyul da Elbruz' a adamı taşımasında yardım etti. Yaralı adamı aşağıya taşıyıp emniyetli bir yere bıraktılar. Ayda adamın yarasına bakarken diğer ikisi tekrar güverteye çıktı. O anda gemi direklerinden birisi ortadan ikiye ayrıldı. Elbruz çıkan çıtırtı nedeniyle başını kaldırıp yukarıya baktı. Kırılan direk üstüne doğru düşerken Elbruz öylece kalakaldı. Geyul kendisinden beklenmeyecek bir hamleyle ileriye atıldı. Direğin altında kalmaktan son anda kurtuldular. Elbruz şaşkın halde doğruldu ve Geyul’ u yerden kaldırıp kendisini kurtardığı için ona teşekkür etti. Geyul' un sadece bileği burkulmuştu.

Geçmek bilmeyen iki saatin ardından geminin sallanması iyiden iyiye azaldı. Sonunda fırtına dinince yolcular rahat bir nefes aldı. Yolculuk sona erdiğinde savaşçılar daha dikkatli davranmaya çalıştı. Ne de olsa Libmons’ a ayak basmışlardı. Önlem olarak buranın yerli halkından biriymiş gibi davranmaları gerekiyordu. Bu yüzden Libmons halkının hal ve hareketlerine dikkat ediyorlardı.

At arabalarına binip limanı terk ettiler. Fırtınayı sağ salim atlattıkları için kendilerini şanslı hissediyorlardı. Karaya ayak basmak herkese iyi geldi. Geyul yaptığı esprilerle herkesi güldürüyordu. Ancak Akbar, Geyul' dan en başından beri hoşlanmamıştı. Fakat bunu dile getirmek istemedi. Akbar insanları iyi gözlemlerdi ve bu adamda bir terslik olduğunu seziyordu. Diğerlerinin göremediği şeyleri görmüş fakat sessiz kalmıştı. Sadece adamı uzaktan izlemekle yetinecek, yanlışını yakaladığı bir anda da onu ele verecekti.

Gemide günlerce tıkılı kalmaktan huzursuzlaşan atlar şimdi özgürlüğe koşarcasına hızla ilerliyordu. Toynaklarının çıkardığı ses sokaklarda yankılanıyordu. Dışarıda oynayan yaramaz çocuklar yorulana kadar bir süre atların peşinden koşuyordu.

Gecenin ilerleyen saatlerinde bir vadide mola verdiler. Yemeklerini yedikten sonra herkes dinlenebilmek için bir köşeye çekildi. Akbar bir ağacın gövdesine yaslanmış yıldızları izliyordu. Derin bir iç çekti farkında olmayarak.

“Canını sıkan şey nedir? Sana baktığımda hep hüzünlü bir adam görüyorum,” dedi Ayda.

Ayda’ nın sorusu üzerine Serenay ve Verda' nın bakışları Akbar’ a kaydı. Doğrusu onlar da bu konuyu merak ediyordu.

“Anlatmamı istiyor musunuz gerçekten? Boş yere canınızı sıkmayım sizin de?”

“Elbette istiyoruz. Yapabileceğimiz bir şey varsa çekinmeden söylebilirsin,” dedi Verda.

Akbar’ ın anlatacaklarını dinlemek için kızlar onun daha yakınına oturdu. Akbar tereddüt yaşasa da sonunda anlatmaya başladı.

“Yıllar önce Libmons’ un bir casusu aramıza sızıp önemli bilgiler edinmişti. Durumu fark ettiğimizde o çoktan Butah’ tan ayrılmış ve Libmons’ a doğru yola çıkmıştı.  Lider Canova benimle birlikte birkaç kişiyi daha görevlendirip o casusu bulmamızı emretti. O zamanlar yaptığım işe ilgi duymaya başlayan kardeşim de bana katılmak istedi ve onu kıramayıp kabul ettim. Hiç oyalanmadan yola düştük. Uzun ve zorlu bir takip sonucu Libmons’ a vardığımızda casusun ilerlediği güzergâhı belirledik, artık onu yakalamamız an meselesiydi.”

Kızlar merak içinde onu dinliyordu. Ancak Akbar anlatmayı keserse diye bir şey sormaya cesaret edemediler.

“Biz tam casusu kıstırdığımız anda olanlar oldu. Saray tarafından gönderildiğini tahmin ettiğim bazı adamlar etrafımızı sardı. Casusun yüzündeki pis sırıtışı hiç unutmam. O an sayımız diğerlerine göre çok azdı ama teslim olmaktansa dövüşmeyi seçtik. Ne kadar sürdü bilmiyorum ama karşı tarafın direncini az da olsa kırdığımızda geri çekilmeye başladık. Çünkü biz zaman kaybettikçe onlara yeni savaşçılar eklenecekti. Bir de yaralanan arkadaşlarımızı düşünmek zorundaydık. Neyse işte, o geri çekilme anında kardeşimin ortalıkta olmadığını fark ettim. Onu göremeyince çılgına döndüm. Bizim ekip hızla uzaklaşırken ben bir yere gizlendim. Düşman dağıldıktan sonra her yerde kardeşimi aradım ama hiçbir yerde ondan bir iz bulamadım. Belki de kaçmaya çalışırken bir yere düşüp kalmıştı. Çukurlara, kuyulara, her yere baktım. Sanki yer yarılmış, içine girmişti.” Akbar yine karanlık gökyüzüne daldı.

“Kardeşinden bir daha haber alamadın mı?” dedi Serenay sessizce.

“Alamadım. Bir gün onu bulacağım ümidiyle yaşadım hep. Herkes bu vakitten sonra onu beklememem gerektiğini söyleyip duruyor. Ailem bile ondan ümidini kesmiş durumda. Yaşasaydı muhakkak gelirdi diyorlar. Ama içimde bir yerlerde bir ses onun hala yaşadığını söylüyor. ”

Kızların üçü de onu anladığını gösterircesine başını salladı. Beklemek, hem de bunca yıl, sabır isteyen bir işti. Akbar için ne kadar zor olduğunu anlayabiliyorlardı.

“O Libmons’ ta kaybolmuştu. O zamanlar on iki yaşındaydı. Ben altı yıldır onu hala arıyorum. Bu görevi aldığımda sevinmiştim. Çünkü Libmons topraklarından geçecektik. Tüm dikkatime, gözlemlerime rağmen ondan bir iz yok. Onun kaçırılmış olabileceğini de düşündüm elbette. Ama kim, neden böyle bir işe kalkışsın ki?” dedi Akbar sabırsızlık içinde ve yarı öfkeli bir halde.

“Sen kendini mi suçluyorsun?” dedi Ayda bir anda.

Bu soruyu beklemeyen Akbar şaşırmıştı. İlk başta ne diyeceğini bilemedi. Ama evet, gerçekten de hep kendisini suçlamıştı. Onun kaybolmasının tek suçlusu kendisiydi. Suçluluk duygusunu bir an olsun bastırmak için elinden geleni yapıyor, kardeşinden hiç ümidini kesmiyordu.

“Bence bu günlük bu kadar konuşma yeter,” dedi Akbar zoraki gülümseyerek. Kızların yüzündeki hayal kırıklığını görmezden geldi. Yavaşça ayağa kalktı. “İyi geceler,” diyerek uzaklaştı.

Akbar’ ın diğer insanlardan farklı olmasının, kendisini dış dünyaya kapatmasının nedeni de buydu. Hislerini açıklamayı pek sevmez, insanlardan uzak durmaya çalışırdı.

“Aferin çeneni tutamadın yine,” diye söylendi Verda.

“Besbelli kendini suçluyor ama bunu dile getiremiyor,” dedi Ayda kendini savunurcasına.

“Bazı şeyleri bilsen de susman gerek bazen,” dedi Verda.

“Yapmayın kızlar. Kimsenin bir suçu yok. Herkesin düşüncesine saygı duymalıyız. Akbar hassas biri ve hislerini paylaşmayı pek sevmiyor, o kadar,” dedi Serenay.

Bir süre sonra herkes uykuya daldı. Hava sıcak olduğundan çimlerin üstüne örtü atıp uyumuşlardı. Bu gece uykusu kaçan tek kişi Akbar’ dı. Gece boyunca yerinde dönüp durdu.

Sabah bir şey atıştırdıktan sonra tekrar yola düştüler. Geçtikleri yolun her iki tarafı ağaçlarla kaplıydı. Uzun ağaçlar göğe uzanıyor gibiydi. Geniş yolda pek çok at arabası gelip geçiyordu. Saatler sonra yol ıssızlaşmaya başladı. Mola verdiklerinde eksik malzemeleri almak için Janef ve Benay kasabaya gitti. Bu sırada diğerleri ise ormanın iç kısımlarına ilerleyip yerleştiler. Zorunlu olmadıkça gece yolculuk yapmamaya karar vermişlerdi. Yiyecekler piştiğinde Janefler de geldi. Ateşin başında leziz yiyeceklerden yiyip birbirlerine korku hikayeleri anlattılar. İlerleyen saatlerde herkes çadırlara çekildiğinde ilk nöbet sırasını Akbar aldı.

Janef şimdiden çocuğunu özlemişti. O kadar küçüktü ki onu geride bırakıp gittiği için pişmanlık duyuyordu. Görevi bitirir bitirmez ailesinin yanına dönecekti. Serenay ise annesini düşünüyordu. Onu geride , üzgün şekilde bırakmışlardı.

Verda yorgun olduğu için anında uykuya daldı. İşinden uzak kalan Ayda biraz sıkılmaya başlamıştı. Şehirde tablolar yapıp sergi açar, çizdiği insan portrelerini satardı. İşini çok seviyordu.

Ertesi sabah hava günlük güneşlikti. Yemyeşil yaprak ve meyvelerle dolu ağaçlar ormana canlılık katıyordu. Çadırları toplayıp, her şeyi at arabalarına yerleştirdiler. Haritaya göre yolları kalabalık bir şehirden geçiyordu ve dikkat çekmemek için ayrı yol alacaklardı. Bir kısmı şehirde duracak, diğerleri hiç beklemeden yoluna devam edecek, sonunda daha küçük ve ticaretle uğraşılan başka bir yerleşim yerinde buluşacaklardı.

Şehre vardıklarında Elbruz atlara yem verirken diğerleri şehrin çeşitli yerlerine dağıldı. Serenay kardeşiyle birlikte şehir kütüphanesine gitti. İkizler panayır alanına gidip bir süre etrafı ve halkı gözlemlemeye karar verdiler.

Panayır alanında bile insanlar Lider Canova' nın ölümünü konuşuyordu. Halkın bir kısmı Melmor' un liderinin asla böyle bir şeyde parmağı olamayacağına inanırken bir kısmı ise kimseye güvenilmemesi gerektiğini düşünüyordu. Kendi liderleri dâhil tüm liderlere suçlu gözüyle bakanlar da vardı.

İkizler önemli bir bilgi edinememişti. Kimse bir şey bilmiyor sadece varsayımlardan yola çıkarak birilerini suçluyordu. Satıcılardan biri ikizlere dokuma bir halı satmaya çalışırken Verda satıcının ağzını aramaya çalıştı. İkizlerin yabancı olduğunu anlamayan adam zaten dünden konuşmaya razı olduğu için bildiği her şeyi anlatmaya başladı.

“Hanımefendi duyduğuma göre son toplantıda liderler anlaşmazlığa düşmüş. Galnas ve Dazzap' ın liderleri arasındaki gerilim hat safhaya çıkmış. Hatta Dazzap' ın lideri Lider Alaz' ı bile suçlamış. Bizim liderin öyle dalavere çevireceğini sanmıyorum ama ben en başından beri Lider Lazinka' ya güvenmiyorum,” dedi kısa boylu, şişman adam.

Adam konuşurken bir yandan da halıları tek tek yere seriyor müşterilere gösteriyordu. Ayda halılarla ilgiliymiş gibi “Bunun deseni gerçekten daha önce gördüklerime benzemiyor. Dünya' nın pek çok yerini dolaştım fakat bu kalitede bir mala rastlamadım. Kaça satıyorsunuz peki?” diye sordu.

“Elli bakır paraya veririm,” dedi satıcı.

“Oldukça pahalıymış. Bizim bütçemiz buna yetmez,” dedi Ayda hayal kırıklığına uğramış bir şekilde.

“Sizin gibi değerli müşterimize daima bir güzellik yaparız. Pazarlıkta anlaşırsak size bu halıyı satmaktan memnuniyet duyarım,” dedi adam hevesle.

Verda ikizinin kulağına fısıldadı. “Bu adam bizi kazıklamaya çalışıyor.”

“Şşşt! Sessiz ol, duyacak şimdi. Ben pazarlık yapma bahanesiyle adamı oyalarken sen de ağzından laf almaya devam et,” dedi Ayda gülümseyerek.

Serenay, Yazel ile birlikte kalabalık bir meydanda yürüyordu. Kütüphanede oyalanmak için sadece birkaç saatleri vardı. Meydanı geçip sağa saptıklarında tarihi bina ile karşılaştılar.

“İşte geldik Yazel. Şansımız varsa aradığımız kitapları burada bulabiliriz. Burası tahminimden de büyükmüş,” dedi Serenay koca binayı tepeye kadar süzerek.

Kütüphane on binlerce kitabı içinde barındıran bir hazineydi adeta. Dev kitaplıklar insanların rahatça dolaşabileceği şekilde yerleştirilmişti. Yukarıdaki raflara erişmek içinse görevlilerden yardım istemek gerekiyordu. Serenay kütüphanenin kalabalığına şaşırmıştı. Öğrenmeye hevesli insan çoktu Libmons’ ta.

“Abla bütün gün buradan çıkamayabiliriz. Ne kadar büyük olduğunun farkında mısın?”

“Olmazsa yardım isteriz Yazel. Hadi tarih kitaplarının olduğu bölüme gidelim.”

Serenay Tilkar Tarihi, Tilkar Devleti' nin Sırları ve Dünya Devletleri Arasında Tilkar' ın Yeri adlı kitaplara ulaştı. Harula hakkında ise Lider Harula Efsanesi isimli bir kitap buldu. Kitapları hemen başlıklarına göre inceledi. Aradığı kitabın Tilkar Devleti' nin Sırları olduğuna karar verdi. Her ihtimale karşı Lider Harula Efsanesi’ ni de yanına aldı. Bir süre dil dökerek görevlilerden bu iki kitabı satın almayı başardı. Bu kitapların orijinalleri başka bir yerde muhafaza ediliyor olmasaydı onları alamazdı. Serenay rahatlamış bir halde oradan ayrıldı.

Herkes geri döndüğünde tekrar yola düştüler. Bir süre sonra arkalarında hızla ilerleyen silahlı atlıları fark ettiler. Takip edildiklerini düşünen Janef telaşlanmıştı. Atı daha hızlı sürmeye karar verdi ancak sakin görünmeye çalışmak daha mantıklıydı. Ne olduğunu anlamadan yanlış bir hareket yapıp dikkat çekmemeliydi.

Serenay korkulu gözlerle hızla üzerlerine doğru gelen atlılara bakıyordu. Acaba Lider Alaz onlardan haberdar mı olmuştu? Akbar ne yapacağını bilemiyordu fakat Janef’ in küçük bir tepki bile vermediğini görünce onu izlemeye karar verdi. Atların nal sesi giderek artarken Ayda’ nın kalp atışı hızlanıyordu. İşte o anda bir düzine savaşçı yanlarından geçip gitti. Anlaşılan başka bir mesele vardı ve adamlar oraya yetişmeye çalışıyordu.

En arkadaki atı süren gri saçlı adamın gözleri ise Serenay’ ın gözleriyle buluştu. İçi ürperse de bakışlarını çekmedi kız. Bu birkaç saniye içinde bülbül sesi kulaklarını doldurdu. Ses sanki bir kuş Serenay’ ın omzunda duruyormuş gibi yakından geliyordu ama görünürde hiçbir kuş yoktu. Gri saçlı adam bakışlarını çekip yola odaklandığında bülbül sesi de kesildi. Serenay şaşkınlık içinde kalakaldı. Adamın gülümsemesi de dikkatinden kaçmamıştı.

Diğer grupla buluşacakları yerleşim birimine varmışlardı ki olayın gerçek yüzü anlaşıldı. Burada bazı kişiler arasında kavga çıkmış ve dükkânlar ateşe verilmişti. Lider Lazinka’ yı destekleyen dükkân sahiplerine saldırı düzenlenmişti.

Lider Alaz' ın görevlendirdiği adamlar olaya müdahale ediyordu. Serenay’ ın gözleri az önce gördüğü gri saçlıya takıldı. Diğer savaşçılar herkese bağırıp çağırırken o ağzını dahi açmıyordu. İlginç olan ise saldırganları anında etkisiz hale getirmesiydi. Sanki görünenden fazla bir güç uyguluyordu. Kısa sürede herkes etkisiz hale getirildi, yangınlara müdahale edildi. Karmaşadan geriye yanık ahşap kokusu ve rüzgârın savurduğu küller kalmıştı. Dükkânı yanan insanlar dövünüp duruyordu.

“Acınası bir haldeler,” dedi Verda.

“İnsanlar kendi doğrularında direttikleri sürece asla bir yere varamayacaklar,” dedi Ayda.

“Herkesin gergin olduğunu görüyorum. Bunun engellemeyecek bir hal almasından korkuyorum. Neyse biz işimize bakalım, burada yakalanmak istemeyiz,” dedi Janef.

Gizlendikleri yerden çıktılar ve ekibin geri kalanında buluşup hızla oradan ayrıldılar.

 

 

26 Nisan 2021 Pazartesi

BCP Nisan- Animeler

    
    Blogları Canlandırma Projesi' ne ilk kez katılıyorum, biraz acemiyim o yüzden. Katılanlar film, dizi, anime, kitap önerilerini sunuyor. Nisan ayının teması çocuk/aile/dostluk imiş. Birini yakın zamanda 2.kez izlediğim, diğerini de 2.kez izlemeye devam ettiğim iki animeye yer vereceğim. :) 

    

     
Ateş Böceklerinin Mezarı

    Isao Takahata' nın eseri olan anime İkinci Dünya Savaşı' nın yıkıcı etkilerini gözler önüne seriyor. Hava saldırıları sonucu canlar verilir, elde avuçta bir şey kalmaz. Anime boyunca 14 yaşındaki Seita ve küçük kız kardeşinin yaşam mücadelesini izliyoruz. İki çocuğun hayata tutunma çabası, herhangi destekten mahrum yalnız yaşamaya başlamaları, Seita' nın çaresizliği yürekleri burkuyor. Kız çocuğu o kadar masum ki, her şeyden bir haber. Ateş böceklerinin varlığı bile onu mutlu etmeye yetiyor. Savaştan en çok da çocukların etkilendiğini gösteren bir başyapıt bence. Nazım Hikmet' e ait aşağıdaki şiiri de paylaşmak istedim. 

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kaat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.


Naruto/ Naruto Shippuuden 

    Aile ve dostluk deyince anlatmalara doyamadığım Naruto' ya değinmezsem olmaz tabi ki. :) Naruto mangadan animeye çevirilmiş bir yapımdır. Mangasını da animesini de çok severim.

    Uzumaki Naruto' nun hikayesi o henüz bebekken köyüne saldıran canavarla başlar. Canavarı alt edebilmenin tek yolu o an için, canavarı Naruto' nun bedenine mühürlemek olmuştur. Bu yüzden her zaman uzak durulan ve korkulu bakışlara maruz kalan kimsesiz Naruto kendini köye kanıtlamaya çalışır. Tek hayali Hokage (köyün yöneticisi) olabilmektir.

     Aile bağından yoksun olan Naruto dostluk bağını öğrenir ve bu bağlara sıkıca yapışır. Öyle ki takım arkadaşı kendi iradesi ile kötü yolu seçip köyden ayrıldığında ölüm pahasına onu geri getirmek için çabalar. Aralarındaki güç farkı Naruto' yu derinden yaralasa da pes etmez. Hem sevdikleri hem köyü için o kadar çalışır ki ustaları ve atalarından bir adım öne geçmeyi başarır. En çok da sözleri ve kararlılığı ile insanları etkiler. Zaman zaman duygusal yönü ağır basan karakterimiz konuşması ve akıttığı gözyaşlarıyla beni de defalarca ağlatmıştır. :) 

    Bir çocuğun o kadar emek vererek, adeta tırnaklarıyla kazıyarak yıllar içinde yükselmesi ve efsaneleşmesi harikaydı.
         




24 Nisan 2021 Cumartesi

Savaş Çığırtkanı- 7.Bölüm (Roman)




BÖLÜM 7

 

Gemi Yolculuğu-Melmor

 

“Gemi yolculuğundan nefret ederim,” dedi yüzü sararıp solan Farak.

Tiran onu teselli etmeye çalışıyordu: “Bu gruba dâhil edilmiş olman büyük talihsizlik. Yapacak bir şey yok, katlanacaksın.”

“Bir savaşçıyı deniz mi tutarmış ya?” diye söylendi Farak.

“Deniz değil okyanus,” dedi Tiran alay ederek.

“Aman neyse işte.”

Farak bitkin halde yatakta yatıyordu. Midesi tamamen alt üst olmuştu ve bir an önce karaya ayak basmak istiyordu. Alnının yarısını kapatan perçemi ona nahif bir hava katıyordu. Yirmi dört yaşındaydı. Tiran ise ondan üç yaş büyüktü. Çocukluktan beri yakın arkadaşlardı. Tiran duygularını kolay kolay belli etmemesine rağmen konu Farak olunca onun üstüne titrerdi. Farak da onu bir ağabey gibi görürdü. Tiran her zaman ağırbaşlı ve çalışkandı. Çevresi tarafından hep eleştirilmesi ve Tiran ile kıyaslanmasına rağmen Farak ona çok bağlıydı.

“Hadi git artık. Daha ne kadar başımda bekleyeceksin? Çocuk değilim ben,” dedi Farak.

“Bak sen. Bir çocuktan farkın yok hâlbuki.”

“Hayatı fazla ciddiye alıyorsun. Bazen sadece kendin için yaşaman gerek.”

“Tam da senden beklenecek bir söz. İstediğin gibi yaşa ama hayata sıkı tutun. Ben yukarı çıkıyorum, uslu dur lütfen.”

Tiran’ ın eli tam kapının koluna gitmişti ki arkadan hızla gelen bıçak elinin yakınına saplandı. Bir anlığına irkilen Tiran gözleri kısılmış halde Farak’ a döndü. Kendini tutamayan Farak kahkahayı bastı.

“Bakıyorum da formundan bir şey kaybetmemişsin. Bazen akıl sağlığından gerçekten şüpheleniyorum,” dedi Tiran ve bıçağı saplandığı yerden çıkardı. “Bunu aynı şekilde iade etmemi ister misin?”

Tiran’ ın bakışları ciddileşince kahkahaları anında kesildi ve kendini tekrar yatağa bıraktı Farak. Yakınmaya başladı:  “Ah ölüyorum, çok fenayım.”

“Bu seferlik bunu görmezden geliyorum,” dedi Tiran ve gülümseyerek kamaradan ayrıldı. Farak’ ın ne zaman büyüyeceğini merak ediyordu. Güverteye diğerlerinin yanına çıktığında Yenira, Berzab, Ceddil ve Boratak küpeşteye dayanmış okyanusu izliyordu.

Yenira güçlü bir savaşçıydı. Daha önce bir savaşta beş yerinden kılıç darbesi almasına rağmen hayatta kalmayı başarmıştı. Dayanıklı ve korkusuz olarak bilinirdi. Çimen rengindeki gözleri çok nadiren gülümseyerek bakardı. Otuz yaşına gireli birkaç gün olmuştu. Duruşu, hareketleri ve konuşması ile karizmatikti. Buna karşın biraz soğuk ve kibirliydi.

Berzab kırklı yaşlarında, savaş konusunda çok tecrübeli biriydi. Biraz kısa boyluydu. Onu küçümseyen düşmanların büyük çoğunluğu onun öfkesinden nasibini almıştır. Sarı saçları ve sakalı birbirine karışmış haldedir, boncuk gibi kara gözleri hep ışıldar.

Boratak, Lider Canova' nın yeğenidir. Çocukluğundan beri savaş sanatına ilgi duyardı. Başarılı, dikkatli biri ve iyi bir keskin nişancıdır. Alçakgönüllü olduğu için herkesin ona karşı saygılıdır. Siyah, uzun saçları omuzlarına dökülür, açık mavi gözleri ile de asil bir görünüme sahiptir.

Ceddil ise hırçın bir savaşçıdır. Bir kaplan gibi üstüne çullandığı düşmanını kısa sürede hezimete uğratır. Ruh halini yansıtırcasına pek de kısa olmayan saçları elektrik çarpmışçasına havaya dikilmiş haldedir. Aynı tondaki bal rengi saçları ve gözleri yüzüne canlılık katar. Kılıç kullanmaktan zevk almaz, topuz ve bıçak en çok kullandığı silahlardandır. Yirmili yaşlarının sonuna gelmiş, başına buruk yaşayan biridir.

“Farak nasıl oldu?” Yaşı en büyük olduğundan Berzab diğerlerine şefkatle yaklaşırdı. Sanki ailelerinden uzak kalmanın getirdiği eksikliği gidermeye çalışıyordu.

“Bir an önce karaya çıkmak için sabırsızlanıyor,” dedi Tiran gülümseyerek.

“İyi öyleyse. Biraz daha dişini sıkmalı,” dedi Berzab.

“Karaya çıkarsak kim bilir nasıl burnumuzdan getirir,” dedi Ceddil sinsi bir şekilde sırıtarak. Ceddil az da olsa Farak’ ı tanırdı, aynı şehirde yaşıyorlardı. Şimdi aynı gruba düştükleri için arkadaşlıkları ilerlemeye başlamıştı.

“Senin kadar getiremez herhalde. Koca şehirde namını duymayan mı kaldı? Daha geçen gün bir yanlış anlaşılma nedeniyle üç kişiyi hastanelik etmişsin.”

“Ne yanlış anlaşılması ya bildiğin üzerime yürüdü adamlar, ben de birazcık hırpaladım. Ne var bunda?”

“Adamlar üzerine yürüdü çünkü sen yanlış anlaşılmayı giderecek bir açıklama yapmadın. Eğer düzgünce bir açıklama yapsaydın sorun kökünden hallolmuş olurdu,” dedi Tiran.

“Açıklama da neymiş? Sanki dinleyeceklerdi beni.”

“Tabi, her zamanki gibi sen değil yumrukların konuşmuş,” dedi Tiran.

“Sakın ha Melmor' da öfkelenip de ortalığı karıştırma. Bu görevin önemini yeterince kavramışsındır umarım,” dedi Berzab.

Berzab’ ın uyarısı üzerine Ceddil’ in kaşları çatıldı. İnsanların kendisini uyarmasından ve nasihat dinlemekten hiç hoşlanmazdı.

“Bence Berzab haklı. Ceddil hemen gaza geliyorsun, yalan mı?” dedi Boratak gülümseyerek.

Ceddil' in bal rengi gözleri bir an gölgelense de sakinliğini korudu. Ne de olsa Boratak’ ın haklılık payı vardı: “Peki, sana ne demeli Boratak? Senin de bir kavgaya dahil olmamak için her şeyi alttan alabileceğini işittim.”

Boratak yüzünde bir gülümseme ile başını iki yana salladı. Durduk yere Ceddil' e çıkışmak gibi bir niyeti yoktu. Bunu kendine yakıştıramazdı. Sonuçta liderlerin soyundan gelen biriydi. “Asil insanlara kavga için bahane üretmek yakışmaz.”

“Ya, ne demezsin,” dedi Ceddil burun kıvırarak.

“Melmor' a varmamız kaç günü bulur sizce?” dedi Boratak lafı değiştirerek.

“Bu okyanusu aşmak en azından bir haftayı daha bulur. Eğer bir aksilik çıkmazsa daha erken varabiliriz,” dedi Yenira.

“Ooo, Yenira Bey arada bir varlığını hatırlatıyorsun,” dedi Berzab.

“Grup liderimizin bizim basit sohbetimize katılmaktan daha önemli işleri vardır muhakkak,” dedi Ceddil.

“Çok can sıkıcısınız ve boş konuşuyorsunuz, size katılmam için bir sebep göremiyorum,” dedi Yenira soğuk bir şekilde ve tekrar gözlerini dalgalara dikti. Yenira’ nın tavırlarına alışan grup arkadaşları bunu umursamadı bile. Yenira her zamanki gibi görevini çok fazla önemsiyordu ve yolculuk boyunca sadece buna odaklanmıştı. Grup lideri olması da sorumluluğunu bir kat daha artırmıştı. Bu yüzden grupla kaynaşmaktansa dışarıdan her şeyi kontrol altında tutmayı planlıyordu.

“Bir hafta daha böyle vakit mi öldüreceğiz yani?” dedi Ceddil sıkıntı içinde kıpırdanarak.

“Okyanusu izle, bence gayet sakinleştirici bir etkisi var,” dedi Berzab gülümseyerek.

“Ancak senin gibi bir ihtiyar bundan hoşlanır,” dedi Ceddil sırıtarak.

“Kimmiş ihtiyar? Bak, saçımda tek bir beyaz tel görebiliyor musun?” dedi Berzab gülerek.

“Ben yaşından değil ruhundan bahsediyorum. Seninle tanıştığımdan beri gerçekten de bir ihtiyar gibi davranıyorsun.”

“Seni memnun etmek için ne yapmamı beklerdin peki?”

“İşte böyle bir şey.” Ceddil geminin en arka ucuna çıkıp, dengesini sağlamaya çalışarak kollarını iki yana açtı.

“Ne yapıyorsun sen? Düşeceksin,” diye hemen ileri atıldı Yenira.

“Yüzmek istiyorum sadece.” Kimseyi dinleyerek suya balıklama daldı Ceddil.

“Bu delirmiş. Hemen bir can simidi falan atın şuna. Burada hepinizden ben sorumluyum,” diye bağırdı Yenira.

Berzab aşağıya can simidi atarken Ceddil yüzmeye devam ediyordu. Dalgalar fazla şiddetli değildi ama yine de bir insanı sürükleyebilecek güce sahipti. Ceddil ise dalgalardan pek de etkilenmişe benzemiyordu. Gemi yavaşça uzaklaşırken soğuk dalgaları yararak can simidine doğru yüzdü.

Berzab yüzünde gülümseme ile aşağı bağırdı: “Seni ayarsız, sonunda rahatladın mı? Çabuk tutun şu merdivene de seni yukarı çekelim.”

“Bu yaptığının ne kadar akılsızca olduğunu biliyorsun değil mi? Bir dahaki sefere bunu ödetirim sana!” Yenira öfkeden köpürüyordu.

“Amma tantana yaptınız, geliyorum işte.”

İki dakika sonra Ceddil ıslak bir halde diğerlerinin karşısında duruyordu. Yenira ağzını açtı: “Git üstünü değiştir. Bir daha asla böyle bir çılgınlık yapmaya kalkışma. Burada benim kurallarım geçer. Ben diğerlerine benzemem, canını yakarım.”

“Ben kimseden emir alacak değilim. Sözlerine dikkat et.”

“Beyler sakin olun.” Boratak araya girmeye çalıştı. Ancak ikisi de birbirinin üstüne yürümeye başlamıştı. Ceddil atik davranarak sıçradı ve bir tekme savurdu. Yenira eğilerek son anda tekmeden kurtuldu ancak Ceddil’ in ikinci tekmesini karnına yedi. Güçlü yapısı nedeniyle sadece hafifçe tökezledi. Bunu fırsat bilen Ceddil Yenira’ nın yüzüne sağlam bir yumruk geçirdi. İyice öfkelenen Yenira bir açığını yakalayıp kolunu Ceddil’ in boynuna dolamayı başardı. Ceddil ne kadar uğraşsa da bir türlü Yenira’ nın kenetlenmiş kolundan kurtulamadı. Sonunda Yenira bir güreşçi edasıyla Ceddil’ i kaldırdığı gibi sırtüstü yere çarptı.

Diğerleri şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilememişlerdi. Zaten dövüş de bitmişti. Kendini yerde bulan Ceddil bir an nefessiz kalıp öksürmeye başladı. Sonra toparlandı ve acısını yüzüne yansıtmamaya çalışarak ayağa kalktı. Sırtı feci halde acıyordu ve boynu kızarmıştı. Öfke içinde Yenira’ nın gözlerinin içine baktı. Berzab ise yeni bir kavga çıkması ihtimaline karşı hazır bekliyordu. Ceddil aradan geçen birkaç saniyenin ardından az da olsa sakinleşti: “Sen beklediğimden de güçlüymüşsün, şaşırttın beni.”

“Şimdi anlaştığımıza göre bu konuyu burada kapatmakta fayda var. Gizli görevimizi unutma,” dedi Yenira sesini alçaltarak. Kavgayı her ne kadar Yenira kazanmış gibi görünse de Ceddil’ in saldırıları karşısında hırpalanmıştı. Yüzündeki şişliğe aldırmadan ciddi bir yüz ifadesi ile oradan uzaklaştı. Ceddil’ in yenilgisi üzerine diğerleri yorum yapmaya çekiniyordu. Çünkü Ceddil fazlasıyla bozulmuştu. Zaten o da fazla duramadı ve düşünceli bir halde alt kata indi.

Tiran şaşkınlığını atamamıştı: “Adama bak be, Ceddil gibi birini birkaç saniyede dize getirdi.”

“Böyle bir gruba da böyle bir lider yakışırdı,” dedi Boratak.

Aradan geçen iki günün ardından her şey normalleşmiş görünüyordu. Yenira ve Ceddil aralarındaki şey hiç yaşanmamış gibi eski hallerine dönmüşlerdi. Kamaraların birinde, gözlerden uzakta görev hakkında istişare edip yukarı çıktılar.

“Siz de bir şey duydunuz mu?” dedi Tiran. Gözleriyle suyun derinliklerini tarıyor, sanki oradan bir şey çıkacakmış gibi bakıyordu. Onun bu hareketini diğerleri de izledi. Fakat Tiran' ın bahsettiği sesi kimse duymamıştı. “Ben bir şey görmüyorum,” dedi Yenira sonunda geri çekilerek.

O anda sudan gemiye doğru bir şey fırladı. Yenira koluna yapışan canlıyı uzaklaştırmaya çalıştı. Tuhaf, vahşi yaratık dişlerini koluna geçirmişti. Yaratık, bir balıktan farklı olarak kuyruksuz ve yuvarlağımsı bir şekildeydi. Hafif saydam bir görünümü vardı ve birkaç kilo ağırlığındaydı ancak. Yenira dikkatle hançerini saplayarak yaratığı kolundan sıyırmayı başardı. Geride yanığımsı bir leke bırakmıştı.

Herkes şaşkınlık içinde olanları izlerken aynı yaratıktan onlarcası gemiye hücum etti. Tiran hızla kınından kılıcını çekerek yaratıkların ikisini daha havadayken kesti. Yere yapışan yaratıkların parlak ve açık kırmızı renkteki kanı gemiyi boyadı. Gemidekiler şaşkınlık içinde kaçmaya çalışırken Boratak yayını çıkarıp yaratıkları havadayken vurmaya başladı. Fakat birden boynunda bir yanma hissetti. Elleri ile yaratığı çekmeye çalışsa da başaramadı. Çünkü sıcak bir madde tutmuşçasına ellerinin de yanmaya başladığını fark etti. Boynu gittikçe kavrulurken yaratığın keskin dişlerinin de tadına bakmıştı. O anda Ceddil zıplayarak bir tekme savurdu. Boratak bir an tekmeyi kendisinin yiyeceğini sansa da yaratık Boratak' ın boynunda yanık izi bırakarak yere yapıştı. Yerde sürünerek ilerlemeye çalışırken Ceddil tüm gücüyle üstüne bastığında yaratık tuhaf sesler çıkararak can verdi.

“Teşekkürler Ceddil,” dedi Boratak.

Ceddil ise çoktan diğer yaratıklara saldırmaya başlamıştı. Berzab ayak bileğine tırmanmış iki yaratığı mızrağı ile öldürmeye çalışıyordu: “Bunlar da neyin nesi böyle?”

Gemi görevlilerinden biri koşarak yanlarına geldi. “İçeriye girseniz iyi olur. Bu bölgede çok sayıda gorpa yaşar. Onlarla baş etmek güçtür. Bu bölgeyi aşana dek kamaralarınızda bekleyiniz.”

“Gorpa mı? Onlar da neyin nesi?” dedi Berzab.

“Onlar deniz yaratıkları. Nedense son yıllarda ansızın ortaya çıkıp saldırıyorlar. İklim değişikliğinin olumsuzluğu olsa gerek.”

Ceddil gemiye doğru sıçrayan birkaç gorpayı daha savuşturdu. Arka arkaya uçarcasına tekmelerini savuran Ceddil insanüstü bir enerjiye sahip gibiydi. Kuvvetli tekmeleri ile adeta yaratıkların pestilini çıkarıyordu.

Gemideki kargaşa bir süre daha devam etti. Gorpa saldırısına karşı artık tecrübe kazanan tayfa onları geri püskürmeyi başardı. Yenira ve diğerleri ise aşağıya indiklerinde hepsinin savaştan çıkmış gibi bir hali vardı. Durumu fark eden Farak endişe içinde ayağa kalktı.

“Ne oldu size böyle? Saldırıya mı uğradınız?”

“Evet, gorpa saldırısı,” dedi Ceddil. Kan ter içinde kalmıştı.

Farak kafası karışmış halde onlara bakarken açıklamayı Tiran yaptı. O sırada kamaraları dolaşan bir gemi görevlisi ellerine birer kâse ve bez parçası tutuşturdu: “Üzgünüm, sizi daha önce uyarmalıydık. Ancak tahminimizden önce onlarla karşılaştık. Lütfen yaralarınız için bunları kullanın.”

Boratak kanı temizledikten sonra kâse içindeki merhemi boynuna dikkatle sürdü. Ardından yarasının üstüne bez bastırıp bağladı. Yenira koluna merhem sürerken, Tiran da yaratıklara temas etmekten yanmış ellerini sarıyordu. Tek yara almayan Ceddil olmuştu.

“Kötü yaralanmışsınız,” dedi onları izleyen Farak.

“Ceddil' in onlara verdiği zararın yanında bunlar hiçbir şey,” dedi Berzab gülerek.

Ceddil ve Yenira dışında herkes gülmüştü. Alay konusu olmaktan hoşlanmayan Ceddil ise somurtmakla yetindi. Farak yolculuk boyunca daha nelerle karşılaşacaklarını düşünürken midesi tekrar bulanmaya başladı.

20 Nisan 2021 Salı

Savaş Çığırtkanı- 6.Bölüm

 



BÖLÜM 6

 

Zaman Karmaşası-Butah

 

Avcı, şehirde yayılan söylentilerden rahatsız olmaya başlamıştı. Yaşananların sorumlusunun Kara Elçi olduğuna emindi, bu yüzden onunla konuşması gerekiyordu. Mağaraya gittiğinde ihtiyarın parşömene bir şeyler yazmakta olduğunu gördü. Kara Elçi, Avcı’ nın gergin halini görünce yazmaya ara verip elindeki tüy kalemi yavaşça masaya bıraktı.

“Sende bir haller var.”

“Şehrin nasıl bir söylentiyle çalkalandığını muhtemelen duymuşsundur. Bazı insanlar kendilerini farklı zaman dilimlerinde bulduklarını iddia etmeye başladı. Hem de bahsedilen bu zamanlar senin atalarının yaşadığı döneme denk geliyor. Bu tesadüf olabilir mi? Her ne yapmaya çalışıyorsan başımıza iş açılacak,” dedi Avcı endişeli bir şekilde.

“Sen beni sorgulamazdın, şimdi ne oldu? Korkmaya mı başladın?”

Kısa bir duraklamanın ardından Avcı konuşmasını sürdürdü. “Korkum sadece planının boşa çıkacak olmasıdır. Ömrünü koca bir kale yapmaya adadın ve şimdi bunun bir anda yerle bir olmasını istemezsin değil mi? Gerçekler ortaya çıkacak olursa ikimiz de o yıkıntının altında kalırız. Tüm çabalarımız boşa gider.”

Kara Elçi’ nin bakışları bir an yumuşadı. “Endişenin nedenini anlıyorum. İntikam almak için can atıyorsun değil mi? Hırslısın, başaramamaktan korkuyorsun. İşte bu yüzden yanımdasın, sadece sana güvenebilirim.”

“Bunun için minnettarım ancak bundan sonra ne yapmayı planlıyorsun? Söylentiler kısa sürede Butah’ ın her tarafına yayılacaktır. Eğer bu zaman karmaşasını yaşayan başka birileri daha varsa ortaya çıkacaktır. Acilen bir önlem almamız gerektiğini düşünüyorum.”

“Sakin ol evlat. Elbette ki olanları ben de işittim. Tüm bunlar hiçbir şeyin kanıtı olamaz. İnsanlar bunun bir hayal olduğunu düşünecek ve üstünde durmayacaktır. Bilirsin ki insanlar somut deliller elde etmedikçe kimseyi suçlayamazlar.”

“Ama bu iddiaları ortaya atanlar nedenini merak edip araştırmaya başlayacaklardır. Bunu nasıl durdurabilirim bilmiyorum, dikkatleri de üzerime çekmek istemiyorum.”

“Hiçbir şey olmaz. O bahsettiğin kişiler görev için yola çıkmadı mı? Butah’ tan uzaktayken onların işimize burunlarını sokabileceklerini sanmıyorum. Onlar daha ülkeye dönmeden biz büyük planımızı hayata geçirmiş olacağız.”

“Yine de bu konuda endişelerim var. Bu duruma bir el atmam gerektiğini düşündüm. Kimileri bu meseleyi fazla kurcalamaya başladı. İçlerinden birini ikna etmeyi başardım. Diğerlerinin icabına bakacaktır.”

Kara Elçi bunun üstünde durmamaya çalıştı. Şimdi dikkatinin dağılmasına izin veremezdi. “Peki, için nasıl rahat edecekse öyle yap. Anlaşılan ilettiğim mesajlar şimdiden dünyanın zamanını bozmaya başlamış. Zamanlar arası iletişim gerçekten tehlikeli bir iştir. Zaten böyle bir riski göze alarak işe başladık. Bırak insanların aklı karışsın, korku onları yavaşça sarsın. Bu bizim için çok daha iyi. Benim artık durmak gibi bir niyetim yok. Bugünün dünyasında yaşanan her şeyi atalarıma iletmem gerekiyor. Böylece dönecekleri vakit koca bir ordu ile birlikte hazır olmalılar. Ayrıca onlar da günümüze gelmek için iyice sabırsızlanmaya başladı. Sen de şu liderleri oyuna getirmek için eline geçen bütün fırsatları değerlendirmelisin. Dünya ne kadar karışırsa işimiz o kadar kolaylaşacaktır.”

“Peki, planlarımız bozulursa ne olacak?” dedi artık daha sakin görünen Avcı.

“Sen dikkatli olursan bozulmayacaktır. Bu konuda kafanı fazla yormamanı tavsiye ederim.”

Avcı, ihtiyarı dinlerken gidip duvarın dibine oturdu. Bir şeylerin ters gideceğinden korkuyordu. Kısa zamanda ülkeleri nasıl birbirine düşürebilirdi? Toplantıdaki suikast olayından sonra liderlerin arasına bir mesafe koymayı başarmıştı ama bu yeterli değildi. Günlerdir kafasında bir plan geliştirmeye çalışıyordu. Sonunda gergin bir şekilde gülümseyerek ayağa kalktı. Düşündüğü yolu denemekten başka şansı kalmamıştı. Lider Zorkan’ ı daha fazla nasıl kışkırtabileceğini biliyordu. Hızla ayağa kalktı: “Gitme vakti geldi. Yapmam gereken çok iş var. Yokluğum dikkatleri çekmemeli.”

“Git tabi. Saray işlerinin ne kadar zahmetli ve şaşaalı yürüdüğünü bilmez miyim? Kendini bu hayata kaptıranların sonunu da… Bir liderin emri altında yaşamanın verdiği eziyetten bihaberim neyse ki,” dedi Kara Elçi gözleri kısık bir halde Avcı’ ya bakarak.

Avcı birkaç adım atmıştı ki durdu. “Beni yeterince tanıyorsun Kara Elçi. Hedefim için her şeyi yapacağımı ve  komik laf sokma çabalarının bana işlemediğini de iyi bilirsin,” dedi ve gülümsedi.

İhtiyar güldü: “Hiç değişmiyorsun. Sadece nasıl bir tepki vereceğini merak ettim.”

“Hoşça kal ihtiyar, hoşça kal. Kaybedecek vaktim yok.”

Avcının ardından bir süre bakan adam gülümsedi. “Bu çocuğu ağız tadıyla bile kızdıramıyorum. Ne kadar kontrollü biri olup çıktı.” Tekrar işine odaklandı. Atalarının dilinde yazarken her bir harfin yazımına özen gösteriyordu. Yaşlıydı, dizleri ağrıyor ve az görüyordu. Zor olmasına rağmen bu işi yapmak onu her seferinde heyecanlandırıyordu. Karşı taraftan yanıt geldiğinde parşömenlerde yazılar beliriyor, her yeni bir yanıtta eskisi siliniyordu.

Kara Elçi bir an çocukluğunu hatırladı. Zor bir çocukluk geçirmişti. Babasından hep dayak yer ve ailesinden hiç sevgi görmezdi. Sık sık evden kaçar, sokaklarda yaşardı.  Bir gün yine babasından dayak yiyip kendisini dışarı attığında avludaki –artık kullanılmayan- kulübeye sığındı. Dedesinden kalan bu kulübe içine girilmeyecek kadar dağınık ve pisti. Babası kendince gereksiz bulduğu tüm eşyaları buraya yığmıştı. Eşyaların arasındaki bir sandık dikkatini çekti. Dedesinin anlattığı hikâyelerde bu tür sandıklarda hep hazine olurdu. Çocuk aklıyla umutlanıp sandığı açmaya çalıştı. Zaten güveler nedeniyle çürümüş sandığın kapağı bir dokunuşta açıldı. Sandığın içini karıştırdığında kumaşların arasından ilginç parşömenler çıktı.

Merak içinde parşömenlerden birini incelediğinde üzerinde değişik yazı ve semboller olduğunu gördü. Ne anlama geldiklerini belki merak etmezdi, atalarına ait olduğunu bildiği işareti görmeseydi. Parşömenin üst kısmında simsiyah bir akrep resmi vardı. Babasının, atalarını hiç anmadığını, onlara saygı duymadığını bilirdi. Ancak dedesi ona bazı hikâyeler anlatmıştı. Esrarengiz hikâyeler... Bu da atalarını onun gözünde bir kahraman yapmıştı. Hedefi onlar gibi gözü kara bir savaşçı olmaktı.

O günden sonra çok çalıştı, bulduğu kitapları inceledi, tanıdığı bazı kimselerin yardımını istedi. Uzun bir süre sonra atalarının kullandığı dili söktüğünde işinin hala bitmediğini fark etti. Çünkü yazılanları okuduğunda bir anlam bütünlüğü olmadığını gördü. Bu bir şifreli metindi ve okuyabilmesi için öncelikle şifreyi çözmesi gerekiyordu. Neye mal olursa olsun bunu çözmeye karar verdi.

Yıllarını alan bu süreç sonunda şifreyi çözmeyi başardı. Atalarının yaşadığı tarihi, kültürlerini ve coğrafyayı araştırdığında her harfin ve sembolün anlamını öğrendi. Sonunda ortaya çıkan yazıda şu mesaj yer alıyordu.

“Biz Tilkar Ülkesi’ nin ileri gelenleriyiz. Her birimiz bir mesaj bıraktık geriye. Bu mesajı çözebildiğine göre torunlarımızdan biri olmalısın. Burada yazılanlar birebir uygulanırsa yeni dünyanın kapıları bize açılacak. Böylece biz şanlı ve korkusuz ordumuzla dünyaya hâkim olmaya geleceğiz. Dünya’da köklü bir değişiklik yapmak istiyoruz. Geleceğin kapıları bize açıldığında hepimiz hazır olacağız. Bu parşömenler vasıtasıyla bize ileteceğin mesajların da hedefimize ulaşmakta çok yararı olacaktır. Öncelikle yapman gereken yaşadığın çağın güçlü ülkelerini birbirine düşürmektir. Güçlü ülkeler arasında savaş çıkarsa tüm dünya bundan etkilenecek, ülkeler arasında birlik ve düzen yok olacaktır. İnsanlar birbirine güvenmeyi bıraktıklarında, birbirlerinden şüphelenmeye başladıklarında dünyayı bir karanlık saracak, yeni bir savaş dünyada hüküm sürecek ve biz ortaya çıkacağız…”

 

*****

 

Sarmav’ dan yola çıktıktan sonra grupların yolları ayrıldı. Libmons ve Galnas’ a gidecekler ülkenin kuzeyine doğru yol almaya başladı. Böylece komşu ülke olan Meguan üzerinden değil de deniz üzerinden 1. Kıta’ya ulaşacaklardı. 1. kıta Galnas, Libmons, Melmor’ un yanı sıra Tora ve Teulon adlı iki küçük ülkeden oluşuyordu. Tora ve Teulon ülkeleri 6. Liderler Savaşı’ nda bölünen ülkeden geriye kalan azınlıkların oluşturduğu ülkelerdi. Okyanusun güneyinde yer alan Dazzap, Kanyul ve Chernac ülkeleri ise 3. Kıta’ yı oluşturuyordu. Dazzap daha güneyde yer aldığı için soğuk ve bir kısmı buzullarla kaplı bir ülkeydi. Okyanusun doğu kesiminde yer alan Meguan ve Butah da 2. kıtayı oluşturuyordu.

1. ve 2. Grup, komşu ülkeler olan Galnas ve Libmons’ a gideceği için aynı güzergâhı izliyordu. Janef at arabasını sürüyordu:

“Limana yarın öğlen varırız. Atlar bu kadar yükle çok da uzun süre yol alamaz. Yol boyunca gerektiği kadar mola vereceğiz. Mola sırasında da planımızın üstünden geçeriz.”

“Peki, gemi yolculuğu ne kadar sürer?” dedi Elbruz.

“Fırtına çıkmazsa tahminimce iki üç gün sürer.”

“Teulon ve Tora üzerinden değil de, Libmons üzerinden mi geçeceğiz?”

“Evet, öyle yapacağız. Çünkü 2. Grup ile birlikte hareket etmemiz güvenliğimiz açısından daha iyi olacaktır. Onları Libmons’ ta bırakıp Galnas’ a doğru yol alırız.”

Janef’ in sürdüğü arabanın arkasında Yazel ve Geyul, Akbar’ ın sürdüğü at arabasında ise kadınlar bulunmaktaydı. Herkes birbirini daha yakından tanımak için sohbet ediyordu. Verda kılıç kullanımında uzmandı. Spor yapmayı, yüzmeyi sever ve her gün kilometrelerce koşardı. Düzgün fiziğini buna borçluydu. Ayda’ nın savaş konusunda önemli bir özelliği olmasa da ilaç ve el aletleri yapımı konusunda yetenekliydi. El sanatlarına olan düşkünlüğü onu savaş meydanlarından uzak tutmuştu. Gününün önemli bir kısmını atölyesinde çalışarak geçirirdi.

Verda sorular sorarak Akbar’ ı da konuşturmayı başardı. Akbar binicilik ve yakın dövüş konusunda oldukça iyiydi. Anlattığına göre tam mezun olacağı sırada ölümden dönmüş, o yüzden mezuniyette arkadaşlarının arasında olamamıştı. Verda şaşırmıştı: “Ne  kötü. Buna sebep olan neydi?”

“Hırsızlık yapan bir adamı uzun süre kovaladıktan sonra kovalamaca bir ormanda sonlandı. Çıkan arbedede adam beni savurunca yamaçtan aşağı metrelerce yuvarlandım ve başımı çarptım. Uzun süre gözlerimi açamamışım.”

“Bir hırsız yüzünden başına gelenlere bak.”

“Geçti gitti.” Akbar tekrar sessizliğe gömülünce Verda başka soru sormadı.

Hava kararmaya başladığında Hephal Şehri’ nden geçiyorlardı. Atlar dinlenene kadar bir süre mola vermeye karar verdiler. Şehri gezmek isteyenler ise fazla uzaklaşmamak şartıyla diğerlerinden ayrıldı. Hephal ilginç bir şehirdi. Hava kararınca herkes evlerine çekildiği için tekinsiz olarak adlandırılmıştı. Gece dışarıda dolaşmaya çok az kişi cesaret ederdi.

“Bunların hepsi saçma dedikodulardan ibaret. Suç seviyesi bile düşük düzeyde. Anlaşılan insanlar hikâyeler uydurmayı çok seviyor,” dedi 2. Grubun lideri Benay.

“Ben yine de hiçbir yere gitmek istemiyorum. Burada bekleyeceğim,” dedi takım arkadaşı Elarin.

“Ben her zamanki gibi varım. Hadi biraz dolaşalım,” dedi sabırsızlanan Podal.

Creyn de yorgun olduğu gerekçesiyle şehir turuna katılmayacaktı. Bu grubun sadece dört üyesi vardı.

Janef ise tek başına sokakları adımlıyordu. “Burası söylendiği kadar tuhaf bir yermiş. Dakikalardır yürüyorum bir kişiye bile rastlamadım,” diye düşündü.

Sonra acı içinde inleyen bir köpek yavrusunu işitti ve sesin geldiği yöne doğru hızlı adımlarla ilerledi. Issız sokakları ay ışığı ve sadece birkaç evden vuran ışık aydınlatıyordu. Çökmüş olan bir duvarın içinden havlama sesi geliyordu. Janef hemen yıkıntıyı kaldırdı ve köpeği çıkardı. Neyse ki köpek önemli bir yara almamıştı. Anlaşılan çok korktuğu için bağırıp duruyordu. Serbest bırakılınca kaçıp gözden kayboldu.

Janef geri dönerken arka sokakta ayak sesleri işitti. Sessizce oraya yaklaştığında bir kalabalığın gizlice toplandığını fark etti. Bunun nedenini öğrenmek için kalabalığı izlemeye koyuldu. Adamların niyeti Sarmav’ a, saraya gidip isyan çıkarmaktı. Lidere gözdağı vermek istiyorlardı.

“Kim bunlar böyle?” diye söylendi.

Janef bir an önce bu duruma nokta koymalıydı. Takım arkadaşlarını bulup her şeyi anlattı. Yarım saat sonra isyancı grup atlarla şehri terk etmek üzereyken savaşçılar tarafından durduruldular. Janef onların konuşmasına fırsat vermeden araya girdi.

“Bu şekilde saraya yaklaşabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Derdiniz her neyse konuşarak halledebiliriz. Ama yok hayır derseniz bizimle mücadele etmeden yola devam edemezsiniz.”

İki grubun tüm üyeleri meydan okurcasına ellerinde silahlarla bekliyordu. İsyancılar bu şekilde köşeye kıstırıldıkları için önce bir şaşkınlık yaşadı. Ancak içlerinden bazıları hemen savunmaya geçti.

“Konuşarak hallolmaz bu mesele. Bizim sıkıntımız saray tarafından görmezden geliniyor. Lider Canova’ dan sonra bir şeyler iyice ters gitmeye başladı. Sanki lanetli bir el değmiş gibi. Bizler ticaretle uğraşan insanlarız. Yabancı ortaklarımız geri adım attı. Pek çok mal elimizde kaldı.”

“Sizi anlıyorum. Fakat her şey düzelecektir. Lider Canas’ a bir fırsat tanıyın. Babasının yerine geçeli daha ne kadar oldu ki? Bizler sarayın savaşçılarıyız, bize kulak verin lütfen.”

“Lider Canas asla babası gibi olmayacaktır,” dedi orta yaşlarda bir adam öfkeli şekilde.

“Lider Canova’ nın öldürülmesi adeta lanet gibi çöktü üzerimize,” dedi bir başkası.

“Bu tarz bir inancın hiç birimize faydası olmaz. Her şeyin mantıklı bir sebebi olmalı. Lider Canas durumunuzu öğrendiğinde bunu araştıracak ve düzeltecektir,” dedi Creyn.

“Dediğim gibi lidere bir fırsat verin ve bekleyip görün. Halkın güvenini kazanmak için elinden geleni yapıyor. Sadece biraz daha sakin kalmanızı istiyorum. Yoksa istemeyerek de olsa size müdahale etmek zorunda kalacağız. Ve bu, işleri içinden çıkılmaz bir hale sokar,” dedi Janef sakin görünmeye çalışarak.

“Lütfen geri çekilin. Bizler de hemen görevimize dönelim,” dedi Benay adamları suçlarcasına.

“Aranızdan bir sözcü seçseniz de derdinizi lidere iletseniz daha mantıklı olmaz mı? Bu kadar önyargılı olmayın,” dedi Elbruz.

Adamlardan birçoğunun yüz ifadesi yumuşamıştı. Yaptıklarının şu an için ne kadar gereksiz olduğunu anlamışlardı. Her şeyin düzelmesi için bir şans varken bunu sonsuza kadar tepemezlerdi. İsyanın cezası hiç de hafif değildi. Sonuçta herkes geri çekilmeyi kabul etti.

Tekrar yola düşen savaşçılar geceyi başka bir şehrin misafirhanesinde geçirdiler. Sabah erkenden de yola koyuldular. Güneş tepeye ulaştığında Janef atı yavaşlattı. Limana varmışlardı.

Zemini taşlarla süslenmiş, geniş sokaklar ticaret için çok elverişli görünüyordu. Gemilere doldurulan yükler yabancı ülkelere gitmek üzere bekliyordu. Birkaç delikanlı ise paketlenmiş kumaşları yüklenmiş, siyah bir gemiye taşımaya çalışıyordu. Çok yoruldukları her hallerinden belliydi. Ticarette işlerin aksaması genellikle anlaşmaların iptal olmasına neden olurdu. Bu nedenle limanda herkes, her zaman arı gibi çalışırdı. Dalgalar gemileri hafifçe sallıyor, tam tepedeki güneş limanı yakıyordu.

Janef bulduğu uygun bir alanda atı durdurdu. Herkes aşağıya indiğinde at arabasını yük gemisine çıkardı. Yazel devasa gemiyi baştan aşağıya süzdü. Daha önce hiç gemi yolculuğu yapmamıştı. Güverteye çıktıklarında denizi seyretmekten kendini alamadı. Balıkçı tekneleri kıyıda salınıyordu. Martılar av peşindeydi. Bir süre sonra gemi yola çıktı.

Kış Bahçesi (Kitap)

    Bir süredir okuma konusunda yavaşım, Ramazan ve bayram derken günler çabuk geçmiş. Yazardan okuduğum ilk kitaptı bu, oldukça sevdim ben....