30 Eylül 2021 Perşembe

Savaş Çığırtkanı 2- 12.Bölüm (Roman)


 

BÖLÜM 12

 

Kardeşlerin Yükselişi

Zindandan kaçış olaylı olmuştu. Duve, tekrar hapsedilmektense ölümü bile göze almaya hazırdı. Az önceki patlamayı işitenler olay yerine üşüşürken yeni patlamalar başladı. Parçalanan kayalar aşağıya döküldü. Ranali kalkan toz dumandan bir şey göremiyordu. Şu an tek düşündüğü aşağıya düzgün şekilde nasıl inecekleriydi. Rüzgar sertçe saçlarını savuruyor, tozdan gözlerini açmakta zorlanıyordu.

Lazinka’ nın adamları ezilmemek için çil yavrusu gibi dağılmıştı. Yine de bir kısmı kayaların altında kalmaktan kurtulamadı. Onlar birbirlerini kurtarmaya çalışırken Duve dikkatle aşağı inmeye başladı. Rolanka da ablasının inmesine yardım ediyordu. Juyan ve diğerleri tehlikesiz ve kısa yolları onlara gösteriyordu.

Yaşadığı heyecan ve özgürlük tutkusu Duve’ nin gücünü yerine getirmişti. Kılıcının karşısında durabilecek fazla kişi yoktu. Rolanka, dövüşürken bir anlığına dengesini kaybedip düşme tehlikesi atlattı. Ranali son anda uzanıp onu tuttu.

Duve karşısına çıkan herkesi yenip ilerlemeye devam ediyordu. Birkaç metre aşağı atladığında iri bir adamla burun buruna geldi. Adamın hızlı hamlesi sonucu kılıcı elinden fırlayıp aşağı düştü. Duve adamın saldırmasına fırsat vermeden üzerine atladı. İkili yerde uzun süre boğuştu. Bir süre sonra altta kalan Duve kayalığın ucunda buldu kendini. Sırtı dışarıda kalmıştı ve neredeyse aşağı düşecekti. İri adam son bir gayretle boğazına sarılıp aşağı doğru bastırdı. O anda Juyan yetişti. Bir tekme ile iri adamı savurup aşağı düşürdü, Duve’ yi elinden tutup kaldırdı. “Neredeyse gidiyordum, tam vaktinde geldin,” dedi nefes nefese kalan Duve. Arkasına baktığında adamın metrelerce yuvarlanıp, hareketsiz yattığını gördü.

Sonunda ayakları toprağa bastığında herkes rahatladı. Hiç oyalanmadan kaçmaya devam ettiler. Dinlenebilecekleri uygun bir yere vardıklarında Juyan son haberleri iletti. “Lider Lazinka kritik durumu atlattı. Kendisiyle hekimler hâlâ ilgileniyor. Savaşçılar çekilmek zorunda kaldığı için de savaş sona erdi. Daha doğrusu Melmor’ un lideri peşlerine düşmedi.”

Rolanka hemen araya girdi. “Lazinka şu an nerede? Hemen yanına gitmeliyiz.”

“Bu anlamsız savaşın bitmesi iyi olmuş. Lazinka tekrar harekete geçmeden onu durdurmalıyız,” dedi Duve.

Ranali özgürlük için o kadar beklemişti ki şimdi kendisini bulutların üstünde gibi hissediyordu. Şu an bir şeye odaklanması zor olduğu için sessizce diğerlerini  dinliyordu. Temiz havayı yavaşça içine çekti.

Lazinka henüz saraya götürülmemişti, gücünü toplaması bekleniyordu. Saatlerdir yumuşacık yatakta, rahatlık içinde uyuyan Lazinka sabah gözlerini açtığında Duve’ yi karşısında görünce şok oldu. Kardeşi kendisine doğru eğilince kalp atışları hızlandı.

“Abi, beni gördüğüne sevinmedin mi yoksa? Yüzünün halini gören de beni baş düşmanın sanır.” Duve sinsice sırıtıyordu. Lazinka odada diğer ikisini de görünce iyice huzursuz oldu.

“Nasıl kaçtınız siz?” dedi doğrulmaya çalışarak. Duve onu sertçe geriye itti. “Şimdi uslu dur ve söyleyeceklerimi iyi dinle. Tüm hatalarına rağmen seni tek şartla bağışlayabiliriz. Ya kendi isteğinle liderlik unvanından vazgeçersin ve gidip uzakta sakin bir yaşam sürersin ya da aramızda bir mücadele başlar ve kaybedersen vereceğimiz cezaya razı olursun. Seçim senin.”

Lazinka öfke içinde tüm kardeşlerini süzdü. “Sen beni tehdit edemezsin. Yaptığın yanına kalmayacak.”

Duve alaycı şekilde konuştu. “Daha hiçbir şey yapmadım abi. Niye bu kadar endişelisin?”

“Kimse yok mu?” diye bağırdı Lazinka. Bir ses gelmeyince köpürdü. “Beceriksizler, birkaç kişiyi bile tutamamışlar ellerinde. Kaçmanıza yardım edenlerin ismini verin bana.”

Rolanka öne çıktı. “Bunun ne önemi var? Zaten şu andan itibaren destekçilerimizin sayısı hızla artıyor. Yakında yanında kimse kalmayacak.”

“Kapat çeneni!” İçinde bulunduğu durumun farkında olan Lazinka umutsuz şekilde öfkesine sarılmıştı. Savaşı kaybetmişken artık halkın desteğini alamayacağını da biliyordu. Kardeşleri karşısında pek şansı yoktu.

Ranali umutsuzca Lazinka’ ya baktı. “Kaybettiğini kabullen artık. Sefil bir şekilde ölmek istemiyorsan aklını başına al. Sana bir seçim şansı verdik.”

“Buna izin veremem! Kimse tahtımdan edemez beni. Hele de iradesiz biri asla!”

Duve bir ayağını kaldırıp abisinin kesik bacağına bastı. “Daha fazla sabrımı taşırma.” Lazinka acı içinde bağırdı. “Hemen şuracıkta ölmek istemiyorsan sözlerine dikkat et.”

Yaputa sonunda dışarıdakileri aşıp zorlukla içeri attı kendini. Kılıcını çekip Duve’ ye doğrulttu. “Lider Lazinka’ yı bırakın yoksa sizi öldürmekten çekinmem.”

Duve alaycı şekilde konuştu. “Böyle çıkarcı bir adam için fazla ileri gitmiyor musun Yaputa? Onun emrinde olmak hiç gururuna dokunmuyor mu?”

“Aksine, güçlü bir liderin emrinde olmak şereftir benim için.”

“Güç mü dedin? Geride yıkım bırakarak elde edilen güç mü? Adaletten, insanlıktan uzak, zorbalıktan beslenen güç mü? Sen sadece kendini kandırıyorsun.”

Yaputa kılıcını savurunca Duve anında karşılık verdi. İkilinin dövüşüne diğer kardeşler de katıldı. Yaputa üç kişiye yetişmekte zorlanıyordu. Kısa bir süre sonra bacağından yaralanıp dizinin üstüne çöktüğünde üç kardeş aynı anda kılıçlarını onun boynuna doğrulttu. “Bu kadar oyun yeter,” dedi Duve. Kılıcını kınına takıp abisine döndü. Tiksinti ile ona bakıyordu. “Sarayın yönetimini biz devralacağız. Gücün yeterse gel de durdur bakalım, bu kez sana acımayacağım. Hadi gidelim,” dedi. Binayı kuşatan savaşçılarla oradan ayrıldılar.

Yaputa ile yalnız kalan Lazinka hışımla yerinden fırladı. Dengesini zorlukla sağlayıp durdu. Sinirden yüzünün rengi kırmızıya dönmüştü, gözleri ateş püskürüyordu. “Daha fazla aşağılanamazdım herhalde! Bunu onlara ödeteceğim. Çabuk elimizdeki tüm adamları topla, birkaç gün içinde saldırıya geçeceğiz.” Yaputa liderin lafını ikiletmedi. Başıyla onaylayıp hemen odadan çıktı.

Kardeşler o gün destekçileri ile birlikte sarayı bastı. Bu baskını beklemeyip eli ayağı dolaşanlar ve son anda kardeşlerin tarafına geçenler sayesinde çatışma çok uzun sürmedi. Birkaç saat içinde saray yönetimi el değiştirdi. Ranali ve Rolanka’ nın isteği üzerine içlerinden Duve Galnas’ ın yeni lideri oldu. Lazinka taraftarları saraydan atıldı. Bu süreçte Duve boş durmadı, çalışmalarını sürdürdü. Eğer Lazinka karşısına çıkma cesareti gösterecekse onu ezici şekilde yenmekte kararlıydı.

Duve kendisi için seçtiği odaya yerleşmişti. Oda çok büyük olmasa da manzarasını seviyordu. Karşıda başından dumanı eksik olmayan bir dağ, hemen aşağısında uzanan yemyeşil orman... Duve dışarıyı izleyerek üzerini değiştirdi, aile yadigârı kaftanını giydi. Elleriyle yumuşak, temiz kokulu kumaşa dokundu. Uzun zamandır eski, kirli kıyafetlerin içinde ve leş gibi bir ortamda yaşadığı için bu his ona inanılmaz  geliyordu. Bir kabustan uyanmıştı adeta. Kapıyı çalıp içeri giren Ranali gülümsedi. “Onun içinde çok heybetli görünüyorsun. Sonunda hak ettiğin mevkidesin.”

“Abla, hepimizin başarısı bu. Sayenizde önümde yeni bir kapı açıldı ve ben siz olmadan asla oradan geçemezdim.”

Ranali gülümseyerek kardeşinin kolundan çekiştirdi. “Hadi, gel artık kendine bakmayı kes. Herkes seni bekliyor dışarıda. Halk yeni liderini görmek için sabırsızlanıyor.”

Duve insanların karşısına çıkıp konuşmasını yaptı. Dürüstçe, samimi şekilde düşüncelerini dile getirmeliydi, onların takdirini kazanmak önemliydi. Önce yardımcılardan Fenna yeni lideri takdim etti. Duve heyecanını bastırmaya çalışarak öne çıktı. “Ben Lider Duve, kendini halkına adayacak biri olacağım. Sizler artık Lazinka’ nın baskılarına boyun eğmek zorunda kalmayacaksınız. Onun devri bitti. Biz birlikte toparlanacağız. Kardeşlerim ve benim önceliğim sizsiniz. Ülkemi en iyi şekilde yöneteceğime, sizlere layık bir lider olacağıma söz veriyorum.”

İnsanların bir çoğu şaşkınken kalanlar alkışlamaya başladı. Yıllardır süren eziyetin artık biteceğini umut ediyorlardı. Lazinka ismine duyulan korku şimdiden azalmaya başlamıştı. Kardeşlere tezahürat etmeye başladılar. Duve gülümsedi. Konuşmasının devamında gelecek planlarından bahsetti, herkesin desteğini istedi. İnsanlar umutlu görünüyordu.

Bir gece vakti Lazinka saldırıya geçti. Geriden emirler veriyor, herkesi yönlendiriyordu. Sarayı geri almadan gitmeye niyeti yoktu. Liderlik onun için her şey demekti. Şu an kolu kanadı kırık hissediyordu ve eski gücüne kavuşmak için her şeyi yapabilirdi. Duve bu ani saldırıya karşı hazırlıklıydı. Haber geldiği anda silahına sarılıp harekete geçti. Herkes plana uygun olarak üstüne düşeni yapıyordu.

Demir parmaklıklı dış kapı uzun uğraşlar sonucu yerinden sökülürken savaşçıların bir kısmı da duvarı aşmaya çalışıyordu. Çekilen dikenli teller onları oldukça oyaladı. Dahası karşı taraf hızla direnişe geçmişti. Lazinka gergin ve hırslı halde olanları izliyordu. “Kaybedecek bir ana bile tahammülüm yok. Göreyim sizi! Eğer kazanırsak dileyin benden ne dilerseniz.”

Saraydakiler Duve’ nin emri ile saldırıya geçti. İki tarafın çarpışması sert oldu. Herkes karşısına çıkan kişiye saldırıyordu. Duve kalkanını sol omzuna dayamış kılıcını ustaca kullanıyordu. Karşısındaki rakibini bacağından yaraladığı sırada soldan bir başkası kılıcını savurunca Duve kalkanı ile adamın eline vurdu. Yine de saldırıyı tam olarak önleyemedi, kılıcın keskin ucu hafifçe belini çizip geçti. Rolanka uçarcasına gelip tekme atınca adam yere düştü. “İyi misin?” dedi abisine.

“Küçük bir sıyrık sadece,” dedi Duve, belini tutuyordu. Daha fazla konuşma fırsatı bulamadan önceki rakibi ile tekrar dövüşmeye başladı. Adam bacağındaki yaraya rağmen inatçı çıkmıştı. Son bir çabayla Duve onu hakladı ve sıradaki kişiye geçti.

Ranali balkondan olan biteni izlerken gergindi. Ortamın ışıklandırması fena değildi ama geceleri gündüz olduğu kadar iyi nişancı değildi. Nefesini kontrol etmeye çalıştı. Rolanka’ ya arkadan saldırmaya çalışan birini okuyla vurdu.

Yaputa ile karşı karşıya gelen Duve acırcasına ona baktı. “Yeteneklerini heba ediyorsun. Neden onu savunmaktan vazgeçmiyorsun?” İkili bir yandan dövüşürken bir yandan konuşuyordu. “Lider olabilecek tek kişi o, ben güçlünün yanındayım. Katı olmak liderliğin bir parçasıdır. Siz fazla merhametlisiniz.”

“Öyle mi dersin? O günler geride kaldı. Lazinka’ yı nasıl yendiğimi gör öyleyse.” Duve çevik bir hareketle ileri atılıp kalkanının yan tarafıyla ensesine vurunca Yaputa yere yıkıldı. “Alın bunu,” diye emretti.

Gün ağarmaya başlıyordu. Lazinka sarayı almadan vazgeçmeyecekti. Burnundan soluyordu. Bacağını kaybetmeseydi yapacağını biliyordu. Kendi elleriyle Duve’ nin cezasını kesmek istiyordu. “Öğlene kadar vaktiniz var. Bu işin daha fazla gecikmesini istemiyorum!”

 Duve ve yardımcıları plan gereği aniden geri çekildi.  Lazinka’ nın adamları hücuma geçtiği sırada saraydaki okçular yukarıdan saldırdı. Alevli oklar yere düşer düşmez büyük bir ateş çemberi oluştu. Daha önce yanıcı bir sıvı dökülen alan yanmaya başlamıştı ve çember saraya doğru ilerliyordu. Lazinka’ nın adamları dışarı kaçmak zorunda kaldı. Birkaçı yanmaktan kurtulamamıştı.

Yükselen alevleri ve dumanı gören Lazinka köpürdü. “Sarayı mı yakmak istiyor bunlar, delirmişler! Hemen söndürün şu yangını.” Herkes koşuşturmaya başladı. Tam bir kaos havası hakimdi. Lazinka, böyle bir yola başvuracaklarını hiç düşünmemişti. “Benden böyle mi intikam alıyorsunuz? Beş asırlık sarayı yakmaya nasıl cüret edersiniz?” diye söylendi.

Lazinka arkasında işittiği çıtırtıyla irkildi. Dönüp baktığında Duve’ nin kendisine kılıç doğrulttuğunu gördü. “Sen nasıl?” Duve ciddi şekilde yanıtladı. “Sarayda dışarıya açılan gizli bir geçit olduğunu unuttun her halde. Tabi aklın o tarihi, heybetli binadaydı değil mi? Dikkatini dağıtmak için yangın güzel bir bahane oldu.” Lazinka öfkeden ne yapacağını bilmez haldeydi. Aniden Duve’ nin üstüne atlayınca Duve kılıcın kabzasıyla kafasına sertçe vurdu. Lazinka’ nın ardından diğerleri de bir bir yakalandı. Kaybedeceğini anlayan bir kısmı da kendiliğinden teslim oldu.

Yangın tam sarayın duvarlarına ulaşmıştı ki içeride hazır bekleyen söndürme ekibi harekete geçti. Hortumlarla fışkırtılan su sayesinde kısa sürede alevler tamamen söndü. Ranali alnında biriken teri sildi. “Aferin, iyi iş çıkardınız.”

Lazinka ve Yaputa geçici olarak sarayın mahzenine alındı. Duve abisinin karşısına çıktı. “Artık yalnızsın. Diğer herkesi serbest bıraktım. Tek isteğim seni alaşağı etmekti.”

“Hata yapıyorsun, kimse sana saygı duymayacak. Diğer liderlere asla söz geçiremeyeceksin. Sen zayıf ve silik birisin.”

Duve yaklaşıp elleri bağlı olan Lazinka’ nın saçlarını kavradı. “Beni çileden çıkarma. Nasıl lider olunurmuş tüm dünyaya göstereceğim. Hırs ve entrika ile yürüttüğün düzenin sonu geldi. Şimdi ne yapacağım biliyor musun? Lider Mazal ile görüşüp seni yendiği için onu tebrik edeceğim. Belki müttefik bile oluruz.” Duve sırıtırken Lazinka’ nın rengi soldu. “Rezil! İsmimizi lekeliyorsun,” diyerek Duve’ nin yüzüne tükürdü. Duve sinirine hakim olamayıp elinin tersiyle vurunca dudağının kenarından kan süzüldü. Duve bu kez Yaputa’ ya hitap etti. “Eğer çok istiyorsan sen de onunla birlikte zindanda çürüyebilirsin. Seni ikna etmekle ilgilenmiyorum artık.”

Yaputa kara kara düşünüyordu. Lazinka’ nın kaybedeceğine hiç ihtimal vermemiş, böyle bir duruma düşeceğini hesap etmemişti. İçinden bir ses duruma isyan etse de bir başka ses tutarlı olması ve taraf değiştirmemesi gerektiğini söylüyordu. İki arada kalmıştı ve düşünceleriyle daha çok boğuşacak gibiydi. Bakışlarından bile bunu anlayan Duve’ nin dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. Onları öylece bırakarak yukarı çıktı.

Kısa sürede küçük bir grupla yola çıkan Duve Melmor’ a varmıştı. Lider Mazal, Galnas’ ın yeni liderine bir şans verip onla görüşmeyi kabul etti. Duve sarayın ince işçiliğine hayran kalmıştı, gözünü süslemelerden alamıyordu. İki lider saygıyla birbirini selamladığında Duve ilk sözü aldı.

“Lider Mazal, öncelikle liderliğinizi tebrik ederim. Buraya kadar gelmemin sebebi abim Lazinka ile aynı yolda ilerlemeyeceğimi bildirmektir. Kendisi hak ettiği yeri buldu, zindana hapsedildi. Tüm bu yaşananlardan sonra iki ülkenin birbirine düşman olmasını istemiyorum. Lider Saraç için üzgünüm, böyle olmasını istemezdim.”

Mazal hüzünlü hissetse de güçlü duruyordu. “Sizin suçunuz değildi. Eski liderin hatasını kimseye ödetmeye niyetim yok. Aramızda bir düşmanlık olmasını ben de istemem. Buraya kadar teşrif etmenizin tek sebebi bu mu peki?”

“Lazinka' nın yönetiminde hepimiz çok ezildik.  Peki herhangi bir liderin bundan haberi var mıydı? Varsa bile bu durumu umursadılar mı? Demek istediğim liderler arasında gerçek bir samimiyet yok, kendi çıkarlarına dokunulmadığı sürece herkes iyi rolünü oynamayı sürdürüyor. Karşında zalim biri varsa bunu görmezden gelemezsin, onla birlik olamazsın. Ben ziyaretinize gelerek samimiyetimi göstermek istedim ve ülkeler arasında gerçek barışı arzuluyorum.”

Mazal’ ın bakışları yumuşadı. “Peki, sizi anlıyorum. Bir şeyden bahsetmeme  izin verin o halde. Lider Cender tüm bu savaşları durdurmak istiyor. Mektubu elime yeni geçti ve sizinle paylaşmakta bir sakınca görmüyorum. Okuduktan sonra ne düşündüğünüzü bana söyleyiniz.”

Bu sırada yemekler hazırlandığı için Mazal misafirlerini nazikçe davet etti, masaya geçtiler. Güzel bir yemeğin ardından tekrar sohbete döndüler. Mektubun içeriği hakkında bilgi edinen Duve bir süre düşündü. “Ben varım. Birlikte hareket etmekten onur duyarım.”

“Bunu duyduğuma sevindim. Lider Cender’ e  kulak vermek en doğrusu olacak. Ben de onun gibi Lider Canova’ nın boş yere öldürülmediğini düşünüyorum. Daha da kötüsü hâlâ katilden bir iz yok.”

“Anlıyorum. Vakit kaybetmeden harekete geçmeliyiz. Butah’ ta işlerin yolunda gitmediği kesin.”

İki lider arasında hemen bir anlaşma yapıldı. Butah’ a destek güç göndereceklerdi. Duve ve yanındakiler saraydan ayrılırken Mazal kendi gibi düşünen bir liderle karşılaştığı için rahatlamıştı. En çok da Lazinka’ nın düşüşüne seviniyordu.

27 Eylül 2021 Pazartesi

BCP Eylül - Gördüğüne Asla İnanma

 



  Etkinliğimiz devam ediyor. Her ay tema ile ilgili ya kitap okuyor ya da film/dizi/anime izleyip paylaşıyoruz. Bu ayın teması polisiye-dedektiflik. Mario Mazzanti' nin bir kitabını alıp okumaya başlamıştım ben de, o yüzden iyi denk geldi. Yazarın Şah Mat kitabı ünlü olduğu için ben onu yerine farklı bir kitabını okumak istedim, böylece bu kitabı okumamış kişiler de fikir edinebilirdi. Fazla detaya girmeden konusunu anlatayım.

  Ünlü bir psikiyatrist, danışanının gördüğü ilginç bir rüyayı yorumlaya çalışır. Hatta bu alandaki bir dostuna (Trevis) da bu rüyadan bahseder. Sonra tuhaf bir cinayet işlenir. Trevis bunu araştırmaya başlar. Cinayetin sebebi hırsızlık gibi görünse de Trevis' in aklını kurcalayan bir şey vardır. Asistanı Denise ile şüphelerini paylaşır ve ardı ardına gelen cinayetleri kimin işlediğini bulmaya çalışırlar.

  Kitap hakkındaki düşüncelerimi anlatayım. Kitap oldukça akıcı ilerliyor, merakla sayfaları çevirdiğim anlar oldu. Psikoloji konusunu sevdiğim için psikolojiye dair detaylar hoşuma gitti. Hatta katilin bakış açısından anlatılan kısımlar vardı, çok ilgi çekici geldi bana. Genelde katilin gözünden anlatılmaz olaylar. Okulda işlenen dersler, katilin kim olabileceğine dair analizler severek okuduğum kısımlardı. Eleştireceğim bazı noktalar da var. Artık polisiyede klişeleşmiş olan katil konusunda ters köşe yapma çabası burada da var. Kitabı okurken bazı şeyler bilerek yanlış anlaşılacak şekilde aktarılmıştı. Bu durumu pek sevmiyorum ve sonunda pek şaşırdığımı söyleyemem. Yine de son ana kadar heyecanlı gitti, o yüzden okumaya değer. Bir diğer eleştireceğim konu kitapta tek ön planda olan kadın (Denise) karakterin bilgisi ve kariyerinden çok dış görünüşüne ve hareketlerine odaklanılması. Sanki bir kadın başarılıysa bunu çekici olmasına borçluymuş gibi yansıtılan kadın karakterlerden ve etrafında dönen erkeklerden çok sıkıldım artık. Dolayısıyla kitapta sevdiğim karakter pek yok. Katilin yaptıkları ve yakalanacaksa nasıl yakalanacağıyla ilgilendim daha çok.

 Giriş kısmından bir alıntı da bırakayım. O yüzden spoiler olarak görmüyorum. :) 

"Kapının ona buz gibi gelen kolunu tuttuğunda bir an için duraksadı. Sadece bir saniye sonra toplantı odasına girmiş olacaktı, içinde yedi arkadaşının ve kendisini gülümseyerek karşılayacak olan katilin bulunduğu toplantı odasına..."


23 Eylül 2021 Perşembe

Savaş Çığırtkanı 2- 11.Bölüm (Roman)

 



BÖLÜM 11

 

Cender' in Adımı

Zorkan’ ı ikna edemeyerek Saraya dönen Cender bir durum değerlendirmesi yaptı. Özel güçlülerin izini süren savaşçılardan mektup gelmişti. Mektupta pek çok kişiye ulaştıkları ve büyük bir kesimi ikna etmeyi başardıkları yazıyordu. “Alev Soluyanlar yola çıkmış bile, bu çok iyi. Onlardan fazla umudum yoktu. Sesin Muhafızları ve Algı Bozucular da geliyor.” Son kağıdı da alıp okuduğunda şaşkına döndü. Mektubu yazan kişi Lider Saraç’ ın ölümü hakkında söylenti yayıldığından, yerine eşinin lider olarak geçtiğinden bahsediyordu. “Ah Saraç, Lazinka’ ya karşı kaybettin demek,” diye mırıldandı. Bunu beklemiyordu, kaşları çatıldı. Kötü bir haber aldığında hep eli alnına gider, parmaklarıyla şakaklarına baskı yapardı. Fakat alışkanlıktan yaptığı bu harekette sinirlerini kaybetmiş olan kolu ona eşlik etmedi. Kolunun eksikliği hissetse de düşünmemeye çalıştı. Bu kez diğer kolunu kaldırdı.

 Cender daha önce Saraç’ ın eşi ile tanıştığını anımsadı. Sağduyulu ve dürüst biriydi. Cender hemen eline bir kalem alıp mektup yazmaya girişti. Mazal’ ı olanlar konusunda bilgilendirmesi ve onun desteğini alması önemliydi. O sırada Garnap içeriye girdi. “Efendim bahsettiğiniz kadınların izine rastladım. Küçük bir köyde yaşıyorlar. Başta tereddüt ettiler ama birkaçı sizle görüşmeyi kabul etti.”

“Teşekkürler Garnap. Onları bekletmeyelim, hemen içeri al.”

Eski kıyafetler içindeki ve bakımlı olduğu söylenemeyecek kadınlar sessizce içeriye girdi. Genel olarak uzun boylu, esmer tenlilerdi.

“Sizi neden çağırdığımı merak ediyor olmalısınız?”

Kadınlardan biri bir adım öne çıktı. “Tahmin edebiliyorum. Bizden yardım isteyeceksiniz değil mi?”

Cender gülümsedi ve şiirsel bir şekilde konuştu. “Büyüleyici bir gücünüz olduğunu kabul etmeliyim. Sizi hiçbir şey için zorlayamam. Sadece durumu izah etmeme izin verin. Gerisi size kalmış.”

Kadınlar onu dinlemek istediklerini belirtince lider lafı çok uzatmadan konuşmasını sürdürdü. Kehanetten, kaçınılmaz savaştan, dünyanın değişecek olan dengesinden bahsetti. Konuşması sonlanınca kadınların vereceği yanıtı bekledi. Liderden kısa bir süre izin isteyip kendi aralarında konuştular. Ardından içlerinden biri kararlarını bildirdi.

“Daha önce hiç bir savaşa katılmadık. Bu bizim için riskli bir durum. Gücümüzü kullandığımız sırada kendimiz hedef haline gelebiliriz. Eğer gerekli korumayı sağlarsınız yanınızda yer alabiliriz.”

“Anlıyorum, çok haklısınız. Savaş boyunca size kalkan olacak kişileri görevlendireceğim. Sizlerin can güvenliği önceliğimiz olacak.” Anlaşmak kolay oldu.

Cender bir grubu daha kazandığı için memnundu. Kadınlara teşekkür etti. “Garnap, hanımefendilere eşlik et. Hazırlıklarını tamamladıklarında hep birlikte Butah’ a doğru yola çıkın. Onların güvenliğini sağlamalısın. Ben gelene kadar savaşa katılmasınlar, beklemede kalın.”

“Peki efendim ama siz?”

“İşlerimi bitirir bitirmez savaş alanına geleceğim. Tamamlamam gereken işler var. Orada buluşuruz.”

“Anlaşıldı efendim.”

Garnap kadınları alarak köye döndü. Kadınlar da konuşkan olmadığı için sessiz bir yolculuk olmuştu. Onlar eşyalarını hazırlarken ve tanıdıkları ile vedalaşırken Garnap bekledi. Köy eski yaşadığı kasabayı anımsattı ona. Astaz’ ı bir kez olsun görmeye gitmemişti. Hâlâ yaşayıp yaşamadığını merak etti. Meguan’ a gelişiyle tekrar hayata dönmüş gibi hissettiği için geçmişini anımsatacak şeylerden uzak durmayı tercih etmişti hep. Yine de zaman zaman aklına düşüyordu anılar. Etrafı saran çiçeklerin kokusu da ona birini anımsattı, gri saçlı kızı. Düşündü ama adını bir türlü çıkaramadı.

“Biz hazırız, gidebiliriz.” Kadınların toplandığını gören Garnap üstü kapalı at arabasına doğru yürüdü. “Binin.”

Cender en kısa sürede Butah’  a ulaşıp savaşı durdurmak istiyordu. Zorkan’ ın şu an ne yaptığını, ne kadar ileri gittiğini merak ediyordu. Savaşçıları çağırıp gerekli talimatları verdi. Onlar harekete geçene kadar aradan iki koca gün geçti.

Garnap neredeyse savaş alanına varmak üzereydi. Cender gelene kadar kadınları savaştan uzak tutacaktı. Ruh Bağlayıcılar ara sıra kendi aralarında sohbet ediyordu ve ilerledikçe gerginlikleri de artıyordu. Garnap atı sürerken yanlarından geçen kapüşonlu grubu fark etti. Kısa bir göz teması yaşadığı adamın Alev Soluyan olduğunu anlamıştı. Alev Soluyanlar sanki onları hiç görmemiş gibi atlarını hızlandırdı. Fırtına gibi yanlarından geçip gittiler. “Güzel, herkes toplanıyor,” dedi Garnap kendi kendine. Bir süre sonra atın dinlenmesi için bir ormanın kenarında durdu.

“Ne kadar yolumuz kaldı?” dedi aşağı inen kadın.

“Birkaç saat daha sürer yolumuz. Lider Cender gelmeden savaşa girmeyeceksiniz. O yüzden endişelenmeyin.”

“Anlıyorum, peki.”

Akşamüstü savaş alanına çok yakın bir yerde durdular. Garnap daha fazla ilerlemek istemiyordu. Nehrin kıyısına çadır kurdu. Kadınların başını beklerken etraftaki seslere odaklandı. Aşağıdan hızla akan nehir duyuşunu biraz zorlaştırsa da dikkati elden bırakmıyordu. Hava soğuktu, bulutlar dolunayı tamamen örtmüştü. Gece boyunca az uyuyan Garnap sabah işittiği sesler üzerine yola doğru yürüdü. Birileri yaklaşıyordu.

“Dur dedim sana! Sakin ol!”

Koşarak gelen bir at ve arkada tıkırdayan arabanın sesine endişeyle bağıran kadınların sesi karışıyordu. Garnap atın bir şeyden korktuğu için kontrolden çıktığını anladı. Kısa süre sonra at göründü.

“Aşağı atlayın! Düşeceğiz.”

Kadınlar aşağı atladı ama atı zapt etmeye çalışan kişi hâlâ bekliyordu. Garnap önünden geçmek üzere olan ata doğru koştu. Dizginlere tutunup atın üstüne kendini attı. Ne kadar uğraşsa da at durmuyor, doğruca nehre doğru koşuyordu. Bu yükseklikten, azgın nehre düşmek ölüm demekti. Garnap son anda kadını belinden kavrayıp çekti ve birlikte yere yuvarlandılar.

Garnap, bir yere vurmaması için bir eliyle kadının başını korurken yuvarlanma anında omzunu incitmişti. Durduklarında kadın hemen başını kaldırınca göz göze geldiler. Kadının gözleri hayretle açıldı.

“Garnap!”

“Mara.” Garnap aniden onun adını nasıl hatırladığını anlamamıştı. Az önce olayın heyecanı ile ikisi de birbirinin yüzünü görememişti.

Garnap şaşkınlıkla bakakaldı. Mara hızla ayağa kalktı. “Sen bunca zaman ne yapıyordun? Seni ne kadar merak ettik biliyor musun?” Sesi hem meraklı hem kırılmış gibi çıkıyordu. Garnap bakışlarını uzaklaştırdı. “Üzgünüm.”

“Üzgünüm mü? Sadece bu kadar mı?”

O sırada Elyama yanlarına gelince Garnap cevap vermekten kurtulduğu için rahatladı. Elyama hafifçe tebessüm etti, bir yandan da üstünü başını çırpıyordu. “Eski dostlar sonunda karşılaştı demek. Garnap seni burada görmeyi ummuyordum.”

“Lider Cender’ in isteği. Beni önden yolladı.” Garnap omzunu tutuyordu.

“Omzunu mu incittin? Dur bakayım,” dedi Mara.

Adam bir adım geri çekildi. “Önemli bir şey değil, geçer.”

“Hâlâ inatçısın, insan hiç mi değişmez?” diye söylendi Mara.

“Astaz nasıl?” Garnap düşünceli haldeydi.

“Uzun süre senden bir iz aradıktan sonra peşini bıraktı. Yine de seni unutmadığına eminim. Şu an pek sağlıklı değil, gözleri az görüyor. Kasabaya dönmeyecek misin hiç?”

“Bilmiyorum.”

“Bölmek istemem ama benim bir an önce gitmem gerek,” dedi Elyama. Endişeli gözlerle savaş alanından yükselen toz bulutuna bakıyordu.

Mara kalmak ve gitmek arasında kararsızdı. “Biz gidelim o halde. Seni yalnız bırakamam Elyama,” dedi. Garnap yürürken dönüp dönüp arkasına bakan Mara’ yı izliyordu. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştu. “Kendinize dikkat edin,” diye bağırdı. Mara tekrar döndü ve gülümseyerek el salladı.

 

***

 Yenira dövüşürken sırtını Ceddil’ e vermişti. Bir yandan ona laf yetiştirmeye çalışıyordu. “Vazgeç diyorum sana. Seni pek çok kişi fark etti. Açığımızı yakaladıkları anda akbaba gibi üstüne çullanırlar.”

“Kaçıp gidemem şimdi. Kendime geldim artık dikkatli olacağım.” Ceddil düşünecek vakit bulamadan tekrar dövüşe başladığı için normalden daha sakin görünüyordu. Sadece ortaya çıkardığı manzarayı gözünün önüne getirmemeye çalışıyordu. Midesine kramp girmiş gibi hissetse de bir şeyler onu savaş alanına bağlıyor gibiydi. Uzaklaşmaya, kaçmaya niyeti yoktu. “Kötü bir şeyler olacak, hissediyorum.”

“Farkındasın yani başına iş açtığının,” diye söylendi Yenira.

“Hayır. Bu çok farklı bir his, tarif edemeyeceğim bir şey. Burada kimse güvende değil.”

Azaka endişeli halde gittikçe  kapanan gökyüzüne baktı. “Ben de aynı şeyi hissediyorum.”

Yenira rakibinin hamlesinden kurtulmak için eğildi. Kılıcını savurup Alaz’ ın adamını yaraladı, ardından ikiliye döndü. “İçinde bulunduğumuz durumdan daha kötü ne olabilir acaba?”

Ceddil’ in durumu kısa süre içinde Canas' ın da kulağına gitti. Bunu beklemediği için şaşırmıştı. Onu öylece bırakmaya karar verdi. Ortalığı karıştırdığı sürece gerisinin önemli olduğunu düşünmüyordu. Korkutucu yıldırımlar yakınlara düşmeye başlamıştı. Sert rüzgarda savrulan bir dal parçası yanağını kesti. Krazu’ yu da gözden kaybetmiş olan Canas ara vermek üzere geri çekildi.

Loravn aceleyle Canas’ ın yanına koştu. Canas uzaktan savaşı izliyordu. Manzara ona büyüleyici geliyor, yüz ifadesini sabit tutmaya çalışıyordu. Eline aldığı mendille yanağındaki kanı sildi.

“Efendim acil bir durum var. Lider Zorkan, Lider Cender’ i atlatıp Butah’ a girmiş. Sizinle savaşmak için ilerlemeye başlamış. Saraydan gelen mektupta liderin kararlı olduğu yazıyor. Bu durumda ne yapabiliriz?”

Loravn kısa bir anlığına Canas’ ın gülümsediğini gördüğüne yemin edebilirdi. Tekrar baktığında ciddi ve endişeli yüz ifadesiyle karşılaşınca gerginlikten yanlış gördüğünü düşündü.

“Bırakalım gelsin. Şu an burayı terk edebilecek durumda değiliz. O gelene kadar Alaz ve Lazinka’ nın ordusunu yenmeliyiz. Herkes elinden geleni yapsın. Zorkan’ ı oyalamak için de bir şeyler yapın.”

“Lider Canas sayımız çok fazla değil. Üç ordunun ortasında sıkışıp kalacağız. Bu ağır bir yenilgi demek olur. Başka bir yol bulmalıyız.”

Canas’ ın buz gibi soğuk bakışları Loravn' ın daha fazla konuşmasını önledi. “Ben kaybetmem Loravn.” Canas atına atladı ve savaş meydanına daldı. Kana susamışçasına dövüşüyor, karşısına çıkanı deviriyordu. Loravn içinde bir sıkıntı ile kalakaldı. Canas’ ta bir değişim olduğunu görüyor ve bunu iyiye yormuyordu, gidip Fuban ile konuşmaya karar verdi.

Kılıcını savuran Canas izlendiği hissine kapılarak ilerideki ormanlık alana bakınca karartılar gördü. Onların Alev Soluyanlar olduğunu anlamıştı. “Burada ne işleri var,” diye mırıldandı. Onları birinin oraya çağırdığına emindi ve öfkeliydi. Daha fazla düşünecek vakti yoktu, saldırıya devam etti.

Elbruz ayağı sarılı halde yatıyordu. Annesi Hezel onunla yakından ilgileniyordu. Savaştan kısa bir süre sonra görevlendirilmişti. Oğlunu o halde ilk gördüğünde içi yansa da hâlâ yaşadığı için sevinmişti. Ayda kadına yardım ediyor, yaralılarla ilgileniyordu. Bir süre sonra ortalıkta dolanıp birini arayan bir adama rastladı. “Demek Serenay' ın babasısınız. Kızınız savaşa döndü, oğlunuz da şu an güvenli bir yerde, endişelenmeyin.” Karan, Ayda’ ya teşekkür etti, Yazel' in güvende olduğunu öğrenince rahatladı. Hem kızını görmek hem de insanlara yardım edebilmek amacıyla dövüşe katılmaya karar verdi.

Sertçe esen rüzgar neredeyse çadırları yerinden sökecekti. Sağlık görevlileri endişe içindeydi. Havanın hiç bu kadar kötü olduğunu hatırlamıyorlardı. Kara bulutlar sanki akşam olmuş gibi bir görüntü ortaya çıkarmıştı.

Fuban ve Loravn’ ın konuşmasına şahit olan Boratak’ ın kaşları çatıldı. Canas’ ın çıldırmış olduğunu düşünüyordu. “Bu kadar insanı göz göre göre ölüme götüremeyiz. Bir şey yapmalıyız,” dedi Fuban’ a. “Ben Lider Zorkan’ ın karşısına çıkıp onunla konuşacağım. Siz burayla ilgilenin.” Boratak bir ata atlayıp yola düştü. “Canas, ne oluyor böyle? Amacın ne senin?” diye söylenip durdu.

Krazu, Ceddil’ i göz hapsine almıştı. Şimdi anlıyordu bir süre önce ikisinin ne hakkında konuştuğunu. Bir Ölüm Neferinin var olduğuna hiç inanmamıştı, söylenenlerin uydurma olduğunu düşünmüştü. Şimdi bu kan dökücü, canlı halde karşısındaydı. Azaka’ nın onu kontrol altında tutabildiğini de anlamıştı. Niyetlerinin katliam olmadığının farkındaydı ama bu kadar tehlikeli biri bir an önce durdurulmazsa başları belaya girebilirdi. Aklı Canas ve Ceddil arasında gidip geliyordu. Önce hangisini durdurması gerektiğine karar vermeye çalışıyordu. Canas’ ın canla başla dövüştüğünü görünce ona yöneldi.

Boratak saatlerdir ilerliyordu, at yorulmuştu. Durup dinlenmeyi düşündüğü sırada kalabalık halde ilerleyen Zorkan ve savaşçıları ile karşılaştı. Yolun iki tarafındaki topraklı, ağaçlı alanda da kurtlar koşuyordu. Boratak bekledi ve yaklaşmalarını izledi. Zorkan atını durdurunca güçlü bir ses tonuyla konuştu.

“Lider Zorkan, sizinle konuşmam lazım. Ben, Butahlı savaşçı Boratak, aynı zamanda Lider Canova’ nın yeğeniyim.”

Zorkan öfke ile onu süzdü. “Lider Canas neden karşıma çıkmıyor?”

“Biliyorsunuz ki şu an büyük bir savaşın içindeyiz. Eğer siz de dahil olursanız kimsenin eline bir şey geçmez. Tüm liderler kendini kaybetmiş gibi davranıyor. Lütfen durun.”

“Her şeyi başlatan Canas’ tı. Bunu kendisi istedi. Butah halkı ile alıp veremediğim yok ama Canas’ a yaptığını ödetmeliyim.”

“İşler bu noktaya geldiği için çok üzgünüm. Bir süreliğine öfkenize hakim olup soğukkanlı olamaz mısınız?”

“Endişeni anlıyorum. Canas’ ın karşısına çıkmakta kararlıyım ama o başkası ile dövüşürken alacağım zafere zafer diyemem. Sonucu bekleyeceğim, hesaplaşmamı sonraya saklayacağım.”

Zorkan Boratak’ ı daha fazla dinlemedi, tekrar harekete geçti ve geride toz bulutu bıraktılar. Boratak çaresizce arkalarından baktı. Atın daha fazla ilerleyecek durumu olmadığı için dinlenmeye karar verdi. Düşüncelere dalmış halde beklerken uzaktan birilerinin geldiğini fark etti. Mir, Holant ve Markos’ u görünce hemen tanıdı. Onların arkasından güneye gönderilmiş olan bazı şavaşçılar da geliyordu.

Holant, Boratak' ı görünce hemen onun yanına sürdü atını. “Durum nasıl? Lider Zorkan’ ı durdurmayı başaramadık.” Boratak son durum hakkında onları bilgilendirdi. Holant da ona Zorkan’ ın açtığı savaşın detaylarını anlattı.

“Demek bu yüzden sinirliydi. İntikam istediği her halinden belli.” Boratak onlarla birlikte savaş alanına yöneldi.

Savaş hava şartları yüzünden güçlükle devam ediyordu. Canas emirler yağdırıp herkesi daha sert çarpışmaya davet etse de daha fazlası kimsenin elinden gelmiyordu.

Verda çok yorulmuştu. Şu ana kadar sırf şans eseri pek çok yara almaktan kurtulmuştu. Janef ve diğerleri birbirini korumaya çalışıyordu. Serenay, Verda' ya nişan alan birini fark edip okunu fırlattı. O sırada Karan’ ı görünce şaşkına döndü.

“Baba! Burada ne işin var?”

“Seni iyi gördüğüme çok sevindim. O kadar korktuk ki.” Karan, kızının ellerini tutuyordu.

“Dostlarım sayesinde iyiyim. Burada durmamalısın.” Serenay, babası için endişeliydi.

“Eski bir savaşçı olduğumu unuttun galiba. Size destek olacağım.”

Zorkan ve kurtlar tüm heybetiyle alanın etrafını sardı. Geride ve biraz tepede kaldıkları için geniş açıdan, neredeyse her yeri görebiliyorlardı. Kan kokusu ve gergin ortam kurtların hırlamasına ve ulumasına neden oldu. Zorkan harekete geçmediği için onlar da sabırsızlık içinde bekliyordu.

Kurt ulumalarını işiten Janef endişe ile seslerin geldiği yöne baktı. Uzakları net göremese de gelenlerin kim olduğunu anlamıştı. Enerjisi çekilmiş gibi hissetti, daha ne kadar devam edeceğini bilmiyordu. Kılıç savurmaktan elleri ve eklemleri acımaya başlamıştı. Hamleleri de savruktu. Sonunda kolundan yaralandı. Karan’ ın araya girmesini fırsat bilip geri çekildi. Kolunu beceriksizce sararken alnından süzülen ter gözlerini yakıyordu. Nefesini kontrol etmeye çalıştı.

15 Eylül 2021 Çarşamba

Savaş Çığırtkanı 2 - 10.Bölüm (Roman)

 



BÖLÜM 10

 

Garnap ın Buhranı

22 yıl önce...

Gecenin karanlığı herhangi bir şey görmeyi zorlaştırıyordu. Biri çocuk olmak üzere üç kişi izini kaybettirmeye çalışıyordu. Günlerdir yoldaydılar ve çocuk sürüklenircesine götürülmekten yorulmuştu. Annesinin elini bırakıp durdu. “Anne çok yoruldum. Daha ne kadar gideceğiz?”

Dilyan oğlunun başını okşadı. Endişeliydi. “Duramayız oğlum, anlamalısın. Başımız dertte.”

“Peşimizde kim var?” dedi Garnap.

“Onlar kötü, çok kötü.” Kadının ağzından başka şey çıkmadı. Elini Garnap’ ın omzuna attı. “Hadi canım, gidelim.”

Drah, ailesi için endişeliydi. Sık sık ardına bakıyor takip edilip edilmediklerini kontrol ediyordu, sadece ay ışığı ve yıldızların aydınlığında bu ne kadar mümkünse. Yolda saatlerdir bir kişiye bile rastlamamışlardı. Yardım isteyebilecekleri kimse yoktu ve perişan haldeydiler. “Korkmayın. Onları atlatıp tekrar huzurlu günlerimize döneceğiz,” dedi Drah.

İyice acıkan Garnap daha ne kadar dayanacağını bilmiyordu. Tökezleyip yere düşünce babası elinden tutup kaldırdı. Bir tarafı uçurum olan ıssız arazi Garnap’ ı ürkütüyordu. Uzaktan gelen yırtıcı hayvanların uğultusu korkusunu artırdı. Etraftaki yapraksız, kurumuş ağaçların dalları rüzgardan eğiliyordu. Drah eğilip Garnap’ ı sırtına aldı, karısının elini tuttu. Bir süre daha ilerleyince karşılarına yıkık dökük, bir kısmı yanık bir kulübe çıktı. Geceyi orada geçirmeye karar verdiler.

Daha içeri adım atar atmaz yanık ve küf kokusu Garnap’ ın burnunu sızlattı. Drah, cama yaklaşıp perdenin aralığından dışarı baktı. Belindeki hançeri sıkıca tutuyordu. Dilyan kendini oğlunun yanına bıraktı, ayakları çok ağrımıştı. Sonra Garnap’ ın başını öptü. “Çok acıktın değil mi? Sabah olur olmaz baban yiyecek bir şeyler bulur. Şimdi uyu, dinlen.”

“Tamam anne,” dedi Garnap esneyerek. Açlıktan ölecek gibi hissetse de gözleri kapanıyordu. Yerdeki ince şiltenin üzerine kıvrılıp yattı. “Sen de uyu, ben bekleyeceğim,” dedi Drah. Kadın da oğlunun yanına uzandı. Her yeri sızlıyordu ama kısa sürede uykuya daldı. Bir süre sonra dayanamayan Drah da oturdu ve ahşap duvara sırtını verip uyumaya başladı.

İlerleyen saatlerde Garnap ansızın uyandı. Fısıltılar duyuyordu. Sesler hem uzaktan hem yakından geliyor gibiydi. “Bu kulübede olabilirler, bakın içeriye. Yakaladığınız gibi öldürün o ikisini.” Ayak sesleri giderek yaklaşıyordu. Kınından çıkan kılıçların sesini, adamların nefesi alışverişini, rüzgarın uğultusunu, uzaktaki bir baykuşun ötüşünü, her şeyi işitiyordu. Garnap’ ın gözleri dehşetle açıldı ve haykırdı. “Buldular bizi! Geliyorlar, kalkın!”

Drah sıçrayarak uyandı ve silahına sarıldı. Camdan dışarı bakınca birkaç adamın sinsice yaklaştığını fark etti. Telaşa kapıldı. Hemen arka cama koşup eşini ve oğlunu oradan çıkardı. “Arkanıza bile bakmadan koşun. Ben onları oyalarım.”

Kadın eşine hüzünle baktı ve Garnap’ ın elini sıkıca tuttu. İkisi birlikte korku içinde koşmaya başladılar. Garnap endişeliydi. “Anne babama ne olacak?” Annesinin teskin edici sözlerini işitmedi. O sırada kulübedeki sesleri duyuyordu.

“Sonunda bulduk sizi. Daha ne kadar elimizden kaçacağınızı sandınız?”

“Garnap sıradan bir çocuk. Rahat bırakın bizi.”

“Yalan söyleme. Onun özel bir gücü olduğunu biliyoruz.”

“Yok öyle bir şey.” Drah, sonuna kadar inkar edecekti.

“Çocuğu bize verseydiniz canınızı bağışlayacaktık. Artık çok geç.”

Garnap aralarında kısa bir mücadele olduğunu ve ardından gelen kesilme seslerini işitti. Babasının acı içindeki haykırışları yavaşça kesildi.

“Garnap ne oldu? Kendine gel, koş!”

Şok içindeki çocuk annesini duymuyordu. Titreyen göz bebekleri ardına kadar açılmıştı. Korkudan konuşamıyordu. Titrek dudaklarının arasından bir mırıltı işitildi sadece. “Her şeyi duydum.”

Dilyan kolundan tutup çekti. Neler olduğunu anlamıştı. Hıçkırarak ağlarken bir yandan koşuyordu. Kısa sürede adamlar peşlerine takıldı. Istıraplı kaçış sanki hiç bitmeyecek gibiydi. Garnap birkaç adım daha atabileceğini sanmıyordu. Ayağı takıldı yere kapaklandı. Birkaç saniye sonra etrafları sarıldı. Kadın oğlunun elini tutup geri geri gitti. Arkaları uçurumdu. Korku dolu gözlerle aşağıya baktı kadın, kaçacak yerleri kalmamıştı.

“Çocuğu bize ver!” dedi adam elini uzatarak. Ufukta günün ilk ışığı belirmeye başlamıştı. “Hayır!” Kadın daha sıkı tuttu oğlunun elini ve biraz daha uçuruma yaklaştı. İri yarı adam iyice onlara yaklaştı ve zorla çocuğu kadının elinden aldı. Bir başkası kadının direnmesine fırsat vermeden onu sertçe itti. Dilyan uçurumdan aşağı yuvarlanırken Garnap kendini kaybetmiş halde feryadı bastı. Sesin şiddetinden sanki içlerine bomba atılmış gibi adamlar geriye savrulup yere düştü. Birisi başını çarptığı için hareketsiz yatıyordu, birisi artık hiç işitmiyordu. Adamlar toparlanmadan Garnap kaçmaya başladı. Olanlar tekrar tekrar gözünde canlanırken ayaklarının götürdüğü yere gidiyordu.

Saatler sonra bir balıkçı onu bir ağacın dibinde otururken buldu. Adamı birden karşısında gören Garnap endişe içinde yerinden fırladı, ağaca yaslandı. Onun bakışlarındaki ifadeyi gören adam kötü bir şeyler olduğunu anlamıştı.

“Tek başına burada ne yapıyorsun? Kimsen yok mu?”

Korkudan titreyen Garnap cevap vermedi. Annesinin yere düşene kadar geçen sürede tüm çığlığını işitmişti. Sonra sert bir çarpma sesi ile her şey susmuştu. Zihni o anda kalan çocuk karşısındaki kişiye odaklanmakta zorlanıyordu. Balıkçı, Garnap’ ın haline çok üzüldü. Yavaşça elini tutup onu götürdü. Tek başına yaşayan balıkçının o gün uzak yoldan gelen bir misafiri vardı. Balıkçı güzel bir sofra hazırladı ama Garnap hiçbir şeye dokunmuyordu. “Aç olmalısın. Ye bir şeyler.”

Misafir, çocuğa dikkatle baktı. “Şoka girdiği belli. Sakinleşene kadar başından ayrılmayalım. Belki sonra olanları anlatır.”

“Bu civarda sadece birkaç balıkçı yaşıyor. Bu çocuk nereden, nasıl gelmiş bilmiyorum. Bir şeyden kaçmış olmalı.”

Aradan günler geçti. Misafirin dönme vakti gelmişti. Garnap hala ürkek davransa da birkaç kelime ediyordu artık. Adam balıkçıdan izin istedi. “O, bizim kasabadakiler gibi özel bir çocuk. Peşine yine biri takılabilir, o yüzden Garnap’ ı da götürmek istiyorum. Eğer ailesi ve bir yakını gelirse adresimi biliyorsun zaten.”

Balıkçı çocuğa alıştığı için biraz buruklaştı. “O, daha güvende olacaksa götür.”

Aradan yaklaşık beş yıl geçti. Garnap on beş yaşına girmişti. Getirildiği kasabada sakin bir hayat yaşıyor, okuluna gidiyordu. Kasabadakiler onu sevse de Garnap içine kapanıktı. Buradaki insanların kendisi gibi olduğunu fark etmesi uzun sürmemişti. Bu durum onu rahatlatmak yerine tam tersine acısını hatırlatıyordu. O adamlar gücü yüzünden peşine düşmüş, ailesini katletmişti. Kaçtığı o günden beri gücünü kullanmadı. İstemsizce kimseyi de duymuyordu artık, Astaz onu eğitmişti. Bu yüzden kendisini kasabaya getirip ona destek olan Astaz’ a minnettardı.

Bir gün dalgın halde kasabanın çıkışına kadar yürüdü. Her yer çiçek tarlalarıyla sarılıydı. Rengarenk çiçeklerin kokusunu alabiliyordu. Yavaşça çimenlerin üzerine oturdu. O sırada bir kızın kendisine yaklaştığını fark etti.

“İsmin ne? Seni çok görüyorum ama hiç konuşma fırsatımız olmadı. Çiçek toplamaya hep buraya gelirim.”

Garnap kızın kısa, gri saçlarına, ışıltılı gözlerine baktı. Gülümsüyordu da. Garnap ne yanıt vereceğini düşünürken kız birden elindeki çiçek buketini uzattı. “Al, bunlar senin olsun. Ben bir daha toplarım.” Garnap eline tutuşturulan çiçeklerle kalakaldı. “Neden?” dedi. “Çünkü hep yalnızsın.”

“Kimsin sen?”

“Ben Mara.”

Garnap yavaşça doğruldu, pantolonunu silkeledi ve elindekileri kıza geri uzattı. “Çiçekler bana çare olmaz. Kuruyup gitmesinler, al bunları.” Mara şaşkın halde bakarken Garnap yürüyüp gitti. Kız sevimli şekilde gülümsedi. Onla arkadaş olmayı kafasına koymuştu, pes etmeyecekti.

Garnap, Astaz ve oğlu ile yaşıyordu. Alt kattaki küçük oda ona verilmişti. Bir yatak, halı ve küçük gardıroptan başka şey yoktu odada. Garnap yatağına uzandı. Geceler ona soğuk ve ürpertici geliyordu. Uykuya dalınca bir kez daha kabuslarla boğuşmaya başladı. “Hayır! Hayır!”

Astaz’ ın oğlu telaşla merdivenlerden indi, içeri girdi. “Yine mi?” Koşup Garnap’ ı sarstı. “Uyan hadi!” Çırpındığı için kollarını sıkıca kavradığı sırada Garnap onu itti. Genç, gürültüyle yere düşünce Garnap da uyandı. Nerede olduğunu görünce rahatladı.

“Ben mi düşürdüm seni. Çok üzgünüm,” dedi mahcubiyet içinde. Kafasını ovan genç gülümsemeye çalıştı. “Önemli değil, bu ilk sefer değildi sonuçta. Hadi uyu sen, daha sabaha çok var.”

Onun gidişini izleyen Garnap yatağa tekrar uzandı. Bunun olmasından nefret ediyordu. Aradan yıllar geçmesine rağmen arada sırada hâlâ kabus görüyordu. Başkaları da öğrenecek diye kötü hissediyor, utanıyordu. Kimsenin kendisine acımasını istemezdi. Uykusuz geçen gecenin ardından sabah diğerleriyle kahvaltı yaptı ve okulun yolunu tuttu. Okuldaki herkesin özel gücü yoktu, dolayısıyla gücünü kullanmak istemediği için kendisi de sıradan bir insan gibi savaş eğitimi alıyordu. İlk kılıcını ona Astaz hediye etmişti.

“Hey, beklesene. Adını bile söylemedin daha bana.”

Garnap göz ucuyla kendisine doğru koşan Mara’ ya baktı. Onu duymamış gibi yürümeye devam etti. Kız ona yetişti. “Okula gidiyor olmalısın. Benim savaş okulunda henüz ilk yılım. O yüzden çok heyecanlıyım. Özel gücümü bile düzgünce kullanabiliyorum.” Durup Garnap’ a baktı ancak bir yanıt alamadı. “Yoksa sen de Sesin Muhafızı mısın benim gibi?”

“Hayır.”

“Ama duydum ki...”

“Her duyduğuna inanma.”

Mara somurtup sessizce yürümeyi sürdürdü. Ne yapsa da olmuyor, onu konuşturamıyordu. Okula da varmışlardı.

Günler su gibi akıp giderken Garnap’ ın içindeki sıkıntı dinmek bilmiyordu. Geçmişin gölgesi üstünden çekilmiyordu. O gün sınıfça eğitmenin gözetiminde dağlık bir alana gittiler. Bu, çalışmalarının bir parçasıydı. Düz bir alan yerine burada kılıç talimi yapacak ve doğal engellere uyum sağlamayı öğreneceklerdi. Herkes alana yayıldı ve ikili grup oluşturdu. Garnap kılıcını çekti, rakibi ile dövüşmeye başladı. Tabi bu tür müsabakalarda aşırıya kaçmıyorlardı ve yaralanmamak için gerekli tedbirleri de almışlardı. Garnap ve arkadaşı dövüş sırasında küçük bir kaya parçasının üstüne çıkmıştı. Garnap hamlesini yapınca nasıl olduysa ayağı takılan rakibi geriye doğru savruldu. Sadece üç dört metrelik yükseklikten toprak zemine düşmesine rağmen Garnap donup kaldı. Gözlerinin önünde yaşanan bu düşüş onu sarstı. Gözleri dehşetle açılmış, elleri titriyordu.

Yere düşen öğrencinin bileği burkulmuştu. Onun başına toplananlar Garnap’ ın daha kötü bir durumda olduğunu fark etti. Eğitmen Garnap’ ı sakinleştirmeye çalıştı. “Ne oldu Garnap, kendine gel.” Adeta ayakta kabus görüyordu Garnap, yine kimseyi duymuyordu. Diğer öğrenciler endişe ile onu izliyordu. Eğitmen ve bir kişi koluna girip onu yavaşça aşağı indirdi. “Kötü bir şey olmadı, o iyi bak. Sakin ol.” Eğitmen sonra öğrencilere dönüp onları uzaklaştırdı. Bir süre sonra normale dönen Garnap kendini çok kötü hissetti. Utanıyordu ve kimsenin yüzüne bakmak istemiyordu. Eğitmeni her ne kadar nazikçe davransa da izin isteyip oradan ayrıldı. Yürürken tüm gözleri üzerinde hissediyordu. Sessizlik içinde kasabaya doğru yürüdü. Mara’ nın çiçek topladığını görünce adımlarını hızlandırdı. Ancak gözünden bir şey kaçmayan kız onu fark edip yanına koştu.

“Bir şey mi oldu? Canın sıkkın gibi,” dedi merak içinde. Garnap ona bakmadı bile. “Senin dersin yok mu?”

“Vardı ama ders erken bitti bugün.”

“Benden uzak dur.”

Mara’ nın tüm neşesi silindi gitti. İlk defa onun bu kadar soğuk davrandığını görüyordu, zaten bu da onu son görüşü olmuştu. O gün Garnap eşyalarını yanına alarak kasabayı terk etti.

Kanyul’ dan ayrılan Garnap ufak tefek işlerde çalışarak biriktirdiği para ile Meguan’ a geçti. Orada sıradan bir yaşam sürebileceğine inanıyordu. Astaz, Meguan’ ı sürekli över, orada yaşamak istediğinden söz ederdi. Gemiden indiğinde ne yapacağını bilmez haldeydi, şehir çok kalabalıktı. Boş gözlerle etrafa bakınarak ilerledi. Uzun ve zayıf oluşu nedeniyle dikkatleri çekiyordu. Bakışlardan rahatsız olduğu için adımlarını hızlandırdı. Şehirden çıkana kadar kimseyle tek bir kelime konuşmadı. Sırt çantasından eski bir harita çıkardı. Bunu evden ayrılmadan önce yanına almıştı. En yakın kasabaya varması iki günü bulabilirdi. Yanındaki yiyecek ve su stokunun yeteceğini düşündü. Haritaya göre en kısa güzergahı izlemeye başladı.

Uzun süre yürüdü, ta ki hava kararana kadar. Gecenin tekinsizliği ve baskın sessizlik onu geriyordu. Her adımını kararsızca atarken sık sık yıldızlara bakıyordu. Taşlı, engebeli yollarda güçlükle ilerliyordu. Karanlık yüzünden bir kaç kez ayağı kaydı ve yamaçtan ağaçların arasına kadar yuvarlandı. Tekrar doğrulunca haritayı kaybettiğini anladı. Gömleğinin cebi boştu. Zaten saatlerdir amaçsız şekilde ilerliyordu. Her zaman yalnızlığı arzulardı fakat içten içe insanları görmenin ona iyi geldiğini anlamıştı. Hayal ettiği bu kadar ıssızlığın içinde kaybolmak değildi.

O ilerledikçe bulutlar gökyüzünü kapatmaya devam etti. Bir kez daha ayağı kayan Garnap yolun kenarından metrelerce aşağı yuvarlandı. Başını bir taşa çarpmıştı. Gözlerini açtığında sabah olmuştu. Kalkıp yola kadar tırmandı. Etrafa bakındığında kaybolduğunu anladı. Buradan her hangi at arabası geçemezdi, yol çok bozuktu. Gece yanlış yola sapmış olduğunu fark etti. Bir şeyler yedi, su içti, yolculuğuna kaldığı yerden devam etti.

 Sonunda düzgün ve geniş bir yola çıktığında akşam olmak üzereydi. Yorgunluktan bitmişti, birilerinin geçebileceğini umarak yolun kenarına oturdu. Saatler geçse de kimse gelmedi, güneş gözden kayboldu. Birden sinsi bir takıntı düşüncelerinde kendine yer buldu. “Sen değersizsin. Ailen senin yüzünden öldü. Acizin tekisin, kendine bile hayrın yok.” Garnap iç sesini susturmaya çalıştı. “Yeter artık!” diye bağırdı kafasını tutarak. Her yer zifiri karanlığa büründü. Sanki bedeni de karanlıkla birlikte hiçliğe karışmıştı. Rüzgarın fısıltısı bile yoktu, en küçük ses yoktu etrafta. “Sen buna yaşamak mı diyorsun? Varlığının kanıtı var mı? Bu dünyada hiç iz bırakabildin mi? Herhangi birinin hafızasında yer edinebildin mi?”

“Sus!” Garnap öfke içinde bağırmaya başladı. Başı, titreyen ellerinin arasındaydı.

Liderin oğlu Cender ve birkaç savaşçı o sırada bir görevden dönüyordu. Sabah olmak üzereydi. Yolun kenarında bağıran genci fark edince durdular. Cender atından indi Garnap’ a doğru yürüdü.

“Efendim dikkat edin,” dedi bir savaşçı. Cender ilerlemeye devam etti.

“Sus diyorum! Yeter!”

Cender’ in yüz ifadesi ciddileşti. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. “Onlar ölmedi ki. Her gün rüyama geliyorlar, beni bırakmadılar. Beni önemsiyor onlar.” Garnap elindeki şeyi daha sıkı kavradı. Öfke ve kırılganlık arası bir tonda konuşuyordu.

Cender tereddüt içinde yavaşça eğildi. Karşısındakinin kendisiyle nasıl bir yüzleşme içinde olduğunu görebiliyordu. Belki de aklını kaçırmıştı. Yine de onu öylece bırakamayacağına karar verdi. Omzuna dokunduğu anda bunu beklemeyen Garnap bir refleksle elindeki hançeri savurdu. Hançerin Cender’ in karnına girerken çıkardığı ses bu kez babasını hatırlattı. Onun öldürüldüğü andaki hisleri tekrar yaşamaya başladı. Cender acıyla dizlerinin üzerine çökerken Garnap' ın gözlerindeki saf korku ve endişeyi gördü. Onun için üzüntü hissetti. Savaşçılar yanına koştuğunda bir elini kaldırdı. “Durun, indirin silahlarınızı.”

Cender bir eliyle karnını tutarken diğer elini Garnap’ a uzattı. Acısını bastırıp şefkatle konuşmaya çalıştı. “Her zaman doğrulmanın bir yolu vardır. Hadi kalkmayı dene.” Garnap içinden gelen bir dürtü ile kendisine uzanan eli tuttu. Yükselmeye başlayan güneş artık gözlerine vuruyordu. Cender daha fazla direnemeyip yana doğru yıkıldı. Garnap yaptığı şeyi fark edince büyük pişmanlık duydu. “Özür dilerim. Özür dilerim.”

Savaşçılar Cender’ i arkadaki at arabasına yerleştirip ilk yardımı yaptılar. O sırada zorlukla gözünü aralayan Cender mırıldandı. “Onu da getirin.” Saraya vardıklarında herkes gergindi, Garnap itiraz etmeden onlarla gitmişti. Başından iki kişi hiç ayrılmıyordu. Cender kendine gelince herkes rahatladı. Cender yanı başında endişeyle bekleyen lideri görünce gülümsedi. “Merak etme, ben kolay kolay ölmem, hem de henüz tahta çıkma zevkini tatmadan.”

Babası zorlukla gülümsedi. “Delisin sen. Onu da getirmişsin, amacın ne?”

Cender bir süre sessizliğini korudu. “Bilmem, sadece o an içimden gelen şeyi yaptım. O çaresizlik içinde, yardım etmek istiyorum.”

“Sen nasıl istersen. Yine de dikkatli ol.”

“Bilerek yapmadı,” diye üsteledi Cender.

Cender bir süre daha toparlandığında Garnap’ ı yanına çağırdı. Garnap üzgün ve mahcup halde içeri girdi. “İsteyerek olmadı,” dedi. “Biliyorum, ben de o şekilde sessizce yaklaşmamalıydım. Şu an çok daha iyi görünüyorsun. Neler olduğunu anlatmak ister misin?”

Bir süre sessizce bekledi Garnap. Cender onun konuşmak için hazır olmadığını anlamıştı, üstelememeye karar verdi. O sırada bir takım sesler işitmeye başladı. Garnap anılarındaki sesleri Cender’ in zihnine aktarıyordu. Şaşkın halde, ses çıkarmadan sonuna kadar dinledi Cender. “Demek bu, senin geçmişin?” diye fısıldadı. Garnap’ ın Sesin Muhafızı olduğunu hemen anlamıştı.

O günden sonra Cender Garnap’ a hep destek oldu. Ona adeta yeni bir hayat sundu. Verdiği cesaret ve güven sayesinde Garnap güçlü bir savaşçı oldu. Özel gücünü de gerekli olduğu anlarda kullanmaktan çekinmiyordu. Yavaş yavaş geçmişinin gölgesinden kurtuldu, yeni hayatına uyum sağladı. Garnap kendisine inanmaktan bir an olsun vazgeçmeyen Cender’ in sayesinde kendini keşfetti. Değişmeyen tek şey ise hâlâ az konuşan biri olmasıydı.

Kış Bahçesi (Kitap)

    Bir süredir okuma konusunda yavaşım, Ramazan ve bayram derken günler çabuk geçmiş. Yazardan okuduğum ilk kitaptı bu, oldukça sevdim ben....