28 Ocak 2022 Cuma

Uyuyan Melanet- 6.Bölüm (Duygu&Undine)

 


Zeynep pencereden yansıyan ışığa baktı. Eve girdiği zaman ay, onu kendine çekmişti. Bunu hissetmediğini söyleseydi yalan söylemiş olurdu. Ay tüm güzelliğiyle gökyüzünde asılıydı. Parlak, saf ışık umut veriyordu. 

Olanlardan sonra karanlıktan korkar olmuştu Zeynep. Ailesi, ayinler, kasaba derken her şey bir karabasana dönüşüvermişti. Şimdi de Yılkan’la beraber kasabanın çıkışında duran bu harabedeydi. Yalnız olmadığı için mutluluk duyması gerektiğini biliyordu. Kasaba için, ailesi için hala umut olduğunu da kendisine sürekli hatırlatıyordu.

 Genç adamın evi incelediğini görünce elinde olmadan gülümsedi. Evde incelenecek pek fazla şey yoktu. Görünürde bir kanepeyle bir masa ve etrafında sandalyeler vardı. Ahşap, gıcırtılı zeminin üzerinde ince bir halı bulunuyordu. Havalanan tozlar yüzünden bir kez daha öksürüğe boğuldu. Burada nefes almak güçtü ama en azından dışarıdan daha güvenliydi. 

Yılkan’ın adım seslerini duyunca bir an üstüne ağırlık çöktü. Onun hiç yorulup yorulmadığını merak etti. Elbette yorulmuş olmalıydı. O da evinden kovulduğunu söylememiş miydi? Demek ki onun yanında kaldığı yaşlı adam da karanlıktan nasibini almıştı. 

“Burada daha önce olmayan eşyalar var,” dedi Yılkan kendi kendine. “İlginç,”

Kız tüm bunları düşünürken gencin sözlerini duymamıştı, dizlerinin gücü boşanıverince yere çöktü. “Gerçekten yorgunum,” Kısa sürede kendini uykunun kollarına bıraktı.

Uyandığı zaman - yaklaşık bir iki dakika sonra- vücudu kasılmıştı. Rahatsızlık hissiyle doğrulup homurdandı, ay ışığı doğrudan üzerine düşüyordu. Gözleri genç adamı aradığında onun odanın ışık almayan tarafında, kaskatı dikildiğini gördü. Kusursuz bir heykele benziyordu. Yunan heykellerine.

“Neden karanlıktasın?” dedi Zeynep.

“Karanlığı daima severim,” diye fısıldadı genç adam. Gözlerinde ışık yoktu. Tepeden tırnağa karanlığa batmış biri gibi görünüyordu.

“Hayır,” dedi kız, inanamayarak başını iki yana salladı. “Karanlığı sevemezsin,”

 “Her şeyiyle bana uyuyor,” 

“Ama...karanlık kötüdür.”

“Gerçekten umursamıyorum bunu,”

“Umursaman gerekir,” 

“...”

“Işığa gelmelisin!” diye yalvardı Zeynep. “Lütfen buraya gel,”

 Ona ellerini uzattı ancak genç adam çok uzağında duruyordu. 

“Gelmek istemiyorum bunu zaten görüyorsun ya,”

Zeynep kulağına fısıldayan sesleri duydu. Melanet’in sesi. Nefret dolu bir ses. Tepeden tırnağa kızı ürpertiyordu.

“Onu aldım. Yılkan, karanlığı seçti. Hep böyle olur insanlar hep karanlığı merak ederler. Şimdi sıra sende, sen de bana katılacaksın. Böylece sonsuz geceyle kalplerinizin üstünü örtebileceğim, ruhlarınız benim olacak. Yalnız benim. Benim...”

Zeynep soğuk terler attığı uykusundan bir anda sıçrayarak uyandı. Bir eliyle kalbine bastırdı, yerinden fırlamak istercesine çarpıyordu. Neden sonra anladı ay ışığının aydınlattığı pencerenin altında uyuyakalmıştı. Gördüğü rüyanın etkisi hala tazeydi. Melanet Yılkan’ı almıştı ve sıra kendisindeydi.

Yılkan....Gözleri korkuyla onu aradı. Gerçekten nereye gitmişti o? Karanlığa mı? Hayır, bu doğru olamazdı o karanlığa gitmezdi. Gidemezdi.

Kızın gözleri onu diğer odaya girecekken yakaladı. Karanlıkta, zifiri karanlıkta öylece dikiliyordu. “Rüyam gerçek oluyor!” diye fısıldadı genç kız kendi kendine.

Genç adam dönüp kendisine bakınca ayağa fırladı. Karanlığa adım attığı için rahatsızlık hissi anında onu sarmıştı.

 “Niçin karanlıkta duruyorsun?” dedi ağlamaklı bir şekilde. Karanlık yüzünden Yılkan’ın yüz ifadesini seçemiyordu.

“Yılkan!”

“...”

“Karanlıkta durma lütfen!”

 İki eliyle gencin elini sıkıca tuttu ve onu karanlıktan aydınlığa, pencere tarafına yürümeye zorladı. Yılkan’ın kara gözlerinin hayretle parladığını gördü. Bir süre kızın yüz hatlarını inceleyen genç adam, sonunda konuştu.

“Sen... iyi misin?” 

“Bir kabus gördüm. Sen...sen karanlıktan dışarıya adımını atamıyordun. Çok gerçekçiydi...Karanlık seni etkilemişti. Şükür ki iyisin, o kadar sevindim ki buna!”

“Sadece bir kabus. Korkma. Ben iyiyim, etki altında değilim.” dedi Yılkan ve kızın hala sıkıca tuttuğu eline bakış attı. Zeynep bunun üzerine ellerini bırakınca genç adam rahatlamış görünerek nefesini verdi. Bir yandan konuşmaya devam etti. “Odalara bakıyordum, sen uyuklarken.” Duraksadıktan sonra devam etti. “ Umalım da buralarda bir fare olmasın.”

 Evdeki diğer odaya doğru tekrar yürürken ahşap zemin gıcırdadı. Yerler toz toprak içindeydi. 

“Fare mi dedin?” dedi Zeynep yüzünü asarak. “Burada neden fare olsun ki?”

Gencin cevap vermeden kapı tokmağını çevirip içeriye girmesini izledi Zeynep. Bir süre sonra tıkırtılar ve mırıldanmalar geldi. Kız kulak kabartıp dinliyor, fare yerine kedi olmasını umuyordu. Sonunda dayanamayıp içerdeki genç adama usulca sordu. “Fareyi buldun mu peki?”   

“Buldum, buldum. Kocaman bir fare hem de!”

Kapı bir gıcırtıyla açıldığında, Yılkan peşi sıra bir çocukla dışarıya çıktı. Zeynep hayretler içinde oğlan çocuğuna baktı. Çilli suratı,  koyu kızıl saçları vardı. En fazla 10 yaşlarında olmalıydı. Üzerinde son derece yıpranmış paçası sökük pantolonla birlikte mavi bir tişört vardı. Ayaklarında da basit terlikleri.

“Hey, bıraksana kolumu!” diye ciyakladı oğlan çocuğu.

“Aaa!” dedi Zeynep hayretle.

Çocuk bunun üzerine kızı fark edip ona baktı. “Sizin burada ne işiniz var?” dedi uykulu gözlerini zor açarak. Kolunu tutan Yılkan’a özellikle kötücül bakışlar atmak istiyordu ama bunda pek başarılı olamıyordu. Bir an aklına gelen fikirle bilmiş bir tavır içinde sırıttı. “Bu ev benimdir ona göre, önce kim görmüşse onundur!”  

İfadesiz bir sesle, “Asıl senin burada ne işin var?” dedi Yılkan.

“Dedim ya burası benim evim diye! Hem uykumdan uyandırıyorsun hem de beni sorguluyorsun,”

“Onun da bizim gibi gidecek yeri yok işte Yılkan,” dedi Zeynep çocuğa acıyla bakıp. “Ailen seni kovdu mu?”

“Benim ailem varmış gibi duruyor mu?” dedi çocuk aksi aksi. Yılkan kolunu bırakınca birden keyfi yerine geldi. Tatlı tatlı anlatmaya başladı. “Sokaklarda yatıyordum ama kaç gündür yağmur yağınca sığınacak yerler aradım. Burasını buldum! Siz gelene kadar da çok rahattım!”

“Peki bugünlük hepimiz birbirimizi idare edeceğiz. Zeynep sen içerideki kanepede yatarsın. Sen de benimle kalırsın küçük.”

“Ben küçük değilim,” diye somurttu çocuk.

“Evet, görüyorum. Bu kadar çok konuşmana bakılırsa yeterince büyümüşsün.” Çocuk dikkatle Yılkan’ ı süzüyor, onun ciddi olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. “Herkes uyusun şimdi, sabah bir şey düşünürüz. Sen burada tek başına yaşayamazsın.”

“Nedenmiş o? Az önce yeterince büyüdüğümü söyledin ya.”

Zeynep gülmemek için kendini zor tutarken Yılkan’ ın kaşları çatıldı. Çocuk ise itiraz etmeyi bırakıp sessizliğe gömüldü. Yılkan dolaptan eski püskü örtüleri çıkardı. Zeynep de bir battaniye alıp yandaki odaya geçti. Sert kanepede dönüp dururken ailesinin ne durumda olduğunu, yokluğunu fark edip etmediklerini merak ediyordu. Karanlıktan hiç hoşlanmazdı ama şimdi rahatını düşüneceği bir durumda değildi.

Bir türlü uyku tutmayan Yılkan tavanı izlemeye başlamıştı. Kısa sürede uykuya dalan çocuk  büzülmüş yatıyordu. Onun üstünü iyice örten Yılkan bir gölgenin yaklaşması ile irkildi. Hemen toparlanıp gölgenin arkasından dışarı çıktı.

“Orada ne işiniz vardı?” dedi gölge. Sesinde sorgulayıcı bir ton vardı.

“Olanları gözlerimle görmeliydim. Size yardım etmek istiyorum.”

“Bu şekilde bize yardım edemezsin. Sen onu yenemezsin.” Diğer gölgeler de birer birer görünmeye başlamıştı.

“Onu gördüm ben, insanları nasıl kontrol altına aldığını. Her şey daha da kötüye gidecek. İnsanlar çığırından çıkmaya başladı. Kaybedecek vaktimiz yok anlamıyor musunuz?” Gölge Yılkan’ a yaklaştı. “Karanlığı yenmek zordur, bir adımınla kendini uçurumun kenarında bulabilirsin. Şüphe düşerse kalbine aydınlığı görmez gözlerin.”

“Kolay olmadığını ben de biliyorum ama birlikte başarabiliriz.”

“Senin ona yaklaşman tehlikeli. Bizi insanlar gibi etkisi altına alamaz. Umuyoruz ki bu mücadele sonunda biz de onunla birlikte yok olalım.”

“Bu ne demek oluyor?” Yılkan’ ın ses tonu yükselmişti ancak beklemediği bir şey oldu. Kapıda endişeli gözlerle Zeynep onu izliyordu. “Kimle konuşuyorsun?” Yılkan önce donup kaldı. Gölgeler öylece beklerken Zeynep yavaşça yanına geldi. “Neden bir şey demiyorsun?”

“Korktuğun şey değil, merak etme.” Zeynep’ in ısrarı üzerine Yılkan gölgelerden bahsetti. Son yaşadıkları olmasa Zeynep ona inanmayabilirdi ancak şu an mantık araması yersizdi. Yine de etrafta görünmez cisimlerin olduğu gerçeği onu huzursuz etti. Şaşkınlığını bir süre atamadı, gün içinde çok şey yaşamıştı, ne hissedeceğini bilemiyordu. Uzaklardan gelen köpek havlamaları da pek içini rahatlatmıyordu.

“Bu kız kim?” dedi gölge Zeynep’ e yaklaşarak. Daha önce Yılkan’ ın bir arkadaşı olmadığı için şaşkındı. Kızın nasıl biri olduğunu anlamaya çalışıyordu. “Onu bırak da bana yanıt ver sen. Az önce neden söz ettin?” Yılkan gidip Zeynep ile meraklı gölgenin arasında durdu. Gölge Yılkan’ ı süzdü. “Söyledik sana, biz buraya ait değiliz. Bir insan olarak bize bağlı kalmamalısın. Gün gelecek elbette varlığımız son bulacak. Melaneti yok etmeyi başarırsak belki biz de kurtuluruz diye düşünüyoruz. Onun saldırısı yüzünden bu halde olduğumuz için ondan bir iz taşıyor olabiliriz.”

“Bu çok anlamsız değil mi? Neden durduk yere yok olmaktan bahsediyorsunuz şimdi? Sizi kaybetmek istemiyorum.”

Zeynep olanları şaşkın halde izliyordu. Beklemeye devam mı etmeli, içeri mi girmeli karar verememişti. İlk gördüğü anda Yılkan’ ın kendi dünyası içinde yaşayan biri olduğunu anlamıştı. Gölgelerin onu nasıl diğer insanlardan uzaklaştırdığını, yalnızlaştırdığını görebiliyordu. Bunun değişmesini canı gönülden istiyordu ama Yılkan’ a bunu nasıl anlatabilirdi?

“Biz de sana çok alıştık ama burada olduğumuz sürece kendi yaşamını kısıtlıyorsun. Çevrende kimse yok.” Gölge bir kez daha Zeynep’ e baktı. “Naci ve bu kızı saymazsak tabi.”

Bir başka gölge araya girdi. “Buraya ne için geldik, sen ne yapıyorsun. Biraz izin ver de konuşayım.” Gölge aceleyle lafının gerisini getirdi. “Yılkan senin üzerinde bir şey denememiz lazım.”

“Ne deneyeceksiniz?” Genç adamın öfkesi gitmiş, meraklı gözlerle bakıyordu. “Ruhundaki lekeyi silebilecek miyiz görmemiz lazım. İzin verirsen yani.” Yılkan biraz tereddüt etse de sonunda kabul etti.

“Ne oldu? Ne yapacaklar?” dedi Zeynep meraklanarak.

“Sadece bekle. Olacakları ben de merak ediyorum.”

Gölgeler Yılkan’ ın etrafında çember oluşturdu.  Ellerini uzatarak ona dokundular. O anda buz gibi bir ürperti Yılkan’ ın içini kapladı. Gözleri kapalıydı, bedenine dolan enerjiyi hissedebiliyordu. Enerji, parlak bir ışık gibi süzülerek kalbine aktı. Gittikçe büyüdü büyüdü, her yanı sardı. Bir anda ayaklarının dermanı kesilen Yılkan kendini yerde buldu.  Zeynep koşup onu kaldırırken “iyiyim” dedi. Yavaşça doğruldu, eskisinden iyi hissediyordu. İçindeki karamsarlık bulutu dağılmış gibiydi.

“Bu çok iyi. Gerçekten leke yok oldu. Bu da gösterir ki karanlık varlık istemese bile gücünün birazını bize aktarmış.” Gölgeler mutluydu, karanlığa bulaşan insanları da geri döndürebilecekleri umuduna kapılmışlardı.

Sabah olduğunda İsmet, evi olarak adlandırdığı yerde bulunan genç adamla kıza kötü kötü bakmaya devam ediyordu. Gecenin bir vakti ne diye eve geldiklerini hiç mi hiç anlamamıştı. Kahvaltı boyunca ikisinin konuşmamış olması da dikkatini çekmişti. Bir gencin bir de kızın suratına bakıp duruyordu.

İsmet'in buraya daha önceden getirip bıraktığı peynir, zeytin, domates ve ekmekle yapılan kahvaltı pek hızlı olmuştu. Kız ona bunları nereden bulduğunu sorunca İsmet kızarıp bozarsa da çaldığını dememişti.

Bir an konuşmaya karar veren çocuk çilli suratını Yılkan’a çevirdi. Sessizlik canını sıkıyordu.  Bilgiçliği yine üzerindeydi. “Seni buralarda çok görüyordum,” 

Genç adam durup kendisine bir şey demeden bakınca İsmet kaşlarını çattı. “Diğer çocuklar -hepsi de hanım evlatlarıdır- senden ölesiye korkarlar. Ancak ben senden hiç korkmadım buna ne dersin bakalım!” 

Kız bir anda gülmeye başlayınca İsmet iyice öfkelenip ona baktı, burnunu çekti. “Bunda komik olan ne?”

“Komik bir şey yok, sadece çok tatlısın!”   dedi kız bir eliyle küçük oğlanın saçlarını okşayarak. İsmet kıpkırmızı bir suratla yüzünü hızla diğer tarafa çevirdi. “Hiç de bile! Hem saçlarımı ne diye bozuyorsun?!” 

Sessizliğini sürdüren Yılkan çocuğun homurdanmalarını dinledi. Kara zeytin tanelerini andıran gözleri düşünceliydi ve biraz da hüzünlü görünüyordu. Zeynep, onun bu hüznünü dün gece konuştuğu gölgelere bağladı. Ne konuştuklarını anlamamıştı pek ama Yılkan ruhundaki kara dokunuşunun silindiğini söylemişti. Besbelli gölgeler bunda yardımcı olmuştu.


23 Ocak 2022 Pazar

BCP Ocak- Natsume Yuujinchou / Kimi no Suizou wo Tabetai/ Belle

 

 Blogları Canladırma Projesi ile ilgili kuralları Okurix paylaştı, katılmak isteyenler bilgilere buradan ulaşabilir. Ocak ayının teması Uzakdoğu - Çizgi Roman. İstediğiniz film, dizi, animeyi izleyebilir; kitap ya da manga okuyabilirsiniz. Ben bu ay için birkaç anime izledim, hemen tanıtıma geçiyorum.  


Resim: aminoapps.com


 Natsume Yuujinchou (1. Sezon)

"İsmini sana geri veriyorum."

 Animenin ilk sezonu 13 bölümden oluşmaktadır. Ana karakterimiz Natsume küçüklüğünden beri youkai denen ruhsal varlıkları görmektedir. Tabi çocukken bunu insanlara söylediğinde herkes onu yalancılıkla suçladığı için gördüklerini kimseye anlatmamaya başlar. Kimsesiz olduğu için çeşitli akrabaları ona bakmıştır ve şu an yanında yaşadığı aileyse onu gerçekten sevmektedir. Buna rağmen Natsume içine kapanıklıktan vazgeçemez. 

 Bir gün büyükannesi Reiko' nun bir eşyasını bulur. Reiko gençken youkaileri görüp onlarla anlaşma yaparak isimlerini almıştır. Bu isimlerin yazılı olduğu Arkadaşlığın Kitabı Natsume' nin başına çok iş açar çünkü kitabın onda olduğunu öğrenen youkailer isimlerini geri almak, özgür olmak için yanına gelirler. Bazıları korkunç, bazıları sevimli olan bu varlıklara Natsume yardım etmeye ve isimlerini geri vermeye başlar. Bu süreçte bir youkai olan şişman kedi ona yardım eder, onun  koruyucusu olur. Tabi esas amacı kitabı eline geçirmektir ve bunu Natsume' ye de sık sık söyler.

 Anime hakkındaki düşüncelerime geçeyim. Beklentisiz başladığım için oldukça hoşuma gitti. Bol bol doğa manzarası gördüğümüz, güzel müzikleriyle ilgi çeken, sevimli ve insana huzur veren bir anime. İzlerken güldüm, gerildim, hüzünlendim. Natsume' yi çok sevdim. Hem insanlara hem youkailere nazik davranan, düşünceli, anlayışlı birisi. Her şeyle bağ kurabilen ama gerçekte yalnız da hisseden biri. O kadar tatlı bir kalbi var ki keşke herkes böyle olsa dünya ne kadar harika bir yer olurdu diye düşündüm onu izlerken :) Yokailerden bazılarını sevdim. Müzisyen kızla şemsiye tutucusunun hikayesi güzeldi. Ateşböceği kızın hikayesi de ilginçti. Kedi ise ayrı bir olay, baştan sona konuşması ve tavırlarıyla kırdı geçirdi. Natsume' ye biri saldırdığında cırtlak sesiyle "Benim avıma el sürmeye nasıl cüret edersin?" diyerek ileri atılırdı hep. :)) Ama insanların göremediği gerçek formunu daha çok sevdim. 


 Zoku Natsume Yuujinchou (2. Sezon)

 13 bölümden oluşan bu sezonu da çabucak bitirdim. İlk sezona göre daha ilginç ve yeni karakterler ekleniyor. İlk sezon gibi bu bölümlerin çoğu da birbirinden bağımsız. Yani karakterimiz sürekli farklı youkailerle karşılaşıyor, başına belalar açılıyor. Natsume' yi 2. sezonla birlikte daha çok sevdim. Kafasındaki sorulara hep cevap arıyor ama işi kolay değil. Neyse ki onu anlayan iyi arkadaşları var.

 Merve' nin önerisi ile başladığım bu anime beni çok çekti. Fazla aksiyon yok ama ilgi çekici yanları vardı. O yüzden huzur arayanlara tavsiye ederim, arada burukluk hissi verse de gülümseme ile izledim genelde. İyiliğin ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırlatan anime.  :) Hotarubi No Mori E' yi sevenler bunu kesinlikle izlemeli. Sonraki sezonları izlemek için sabırsızlanıyorum. Tanıtım videosunu aşağıdan izleyebilirsiniz.




Kimi no Suizou wo Tabetai (Pankreasını Yemek İstiyorum)

 İsmi oldukça ilginç olan bir anime filmi. Sakura isimli genç kız pankreas hastasıdır ve ömrü kısadır. Tuttuğu günlüğü tesadüfen okuyan Haruki ile arkadaş olurlar. Haruki hiç arkadaşı olmayan, kendi halinde yaşayan biridir ve hayat dolu Sakura' nın tam tersi bir karakterdir. Sakura hiçbir arkadaşına hastalığını söyleyemediği ve Haruki diğer insanların aksine kendisine normal davranmaya devam ettiği için onun peşini bırakmaz. Aralarında ilginç bir dostluk gelişir. Spoiler vermemek için daha fazla anlatamayacağım.

 Animeyi genel olarak sevdim. Kız çok enteresan biriydi ama neden böyle olduğunu anlayabiliyoruz. Her ne kadar durumunu kabullenmiş olsa da içten içe acı çeken biriydi. Yine de kızdan çok erkek karakteri sevdim. Asosyal birine göre fazlasıyla Sakura' ya ayak uydurmaya, onu anlamaya çalıştı. Yerinde art niyetli biri olsa bu durumu kullanabilir, kıza zarar verebilirdi. O yüzden Sakura' nın düşünmeden yaptığı hareketler sinirimi bozdu. Haruki de kızdan yaşamak üzerine bir şeyler öğrendi. Onun durumu da pek kolay sayılmaz.

 Dramatik, ilginç bir animeydi. Yine de konu yönüyle daha iyi işlenebilirdi diye düşünüyorum, bazı yönlerden biraz yapay geldi bana. Günlük hayattan konuları, okul ve dramı sevenlere tavsiye ederim.




 Belle (Ryuu to Sobakasu no Hime)

 Bu animeyi Film Gündemi paylaşmıştı, merak edince izledim ben de. Güzel ve Çirkin hikayesinin farklı bir uyarlaması ve ben bu halini daha çok sevdim. U adlı uygulama ile insanlar sanal ortamda bir araya gelir. Herkesin olduğundan farklı bir görüntüsü vardır orada. Suzu, Belle adını alarak o dünyaya adım atar. İçten şarkı söylemesi ile bir anda popüler hale gelir, çok takipçisi olur. Aynı zamanda Ryuu adında iri yarı, ürkütücü görünüşlü biri ortaya çıkar insanlara saldırır, Belle' nin konserini bozar. İnsanlar Ryuu' yu ifşa etmek için çok uğraşır. Belle onu yakından tanıyınca kötü biri olmadığını anlar ve onun gerçekte kim olduğunu öğrenmeye çalışır.

 Umduğumdan fazla beğendim ben. Şarkılar çok güzeldi. Havada kalan, tam açıklanmayan, hızlı geçilen kısımlar vardı. Biraz daha özenilse iyi olurmuş. Suzu' nun gerçek Ryuu' ya ulaşma, onu koruma çabası çok iyiydi. Sonunda hislerini kendini ortaya çıkararak aktarabileceğini düşünür ve güzel bir adım atar. 

 Anime güzeldi ama günümüzde de bu şekilde geçici ve sahte mutluluklar sunan sanal gerçeklik bence ürkütücü bir şey. İnsanları olduklarından farklı davranmaya iten, onlara sahip olmadıkları hayatları yaşatan bu teknolojik gelişmeler insan psikolojisi üzerinde farklı sorunlara yol açabilir. 




22 Ocak 2022 Cumartesi

Uyuyan Melanet- 5.Bölüm(Duygu&Undine)



Güneşin ilk ışıkları kasabanın üzerine düştü.   Dağlar, şu anda göz alıcı bir kızılla, sarı tonuna sahipti.  Orman, deniz ve masmavi gökyüzü bu tonlardan payını almıştı. Sanki sihirli bir fırçayla doğanın üzerine boya atılmıştı.  Güneş yükseldikçe doğaya yansıyan renk tonları değişip durdu. Zeynep bu değişimi izlemeyi oldum olası severdi. Bu sabah tıpkı diğer günler gibi pencereden gün doğumuna baktı. Pencere pervazına kollarını dayamışken hayaller kurmayı da ihmal etmedi.

Hızlıca yapılan kahvaltıdan sonra, genç kızın ailesinin sessizliği dikkat çekiciydi. Annesi, babası ve ağabeyi garip ruh halleri içine girmişlerdi. Üçünün gözleri kararıyor ve en ufak şeye öfkelenmek için hazır olda bekliyorlardı. Bunu yaparlarken yanlarında bulunan  kıza  bakmaktan geri durmuyordu. Sanki söyleyecek önemli bir şey vardı ama kimse konuşmaya yanaşmıyor, sadece kaçıyordu. Zeynep üstüne gelen gözlerden usanıp en sonunda evden çıkıp gitti. Kısa bir öğlen yürüyüşü ruh halini her zaman tazelerdi. O hazırlanırken içeriden fısıldamalar geliyordu.

“Hala bizden değil,” dedi annesi büyük öfkesini yutarak. Fincanı fırlatıp atmak ister gibi yapınca oğlu gelip elindekini alıp masaya koydu. Engin ise karısına yanaşıp yavaşça konuştu. “En sonunda katılacak. Ancak bunun konusunu açıp durmayın.”

“Umalım da kısa sürede olur,” dedi Uğur.

Zeynep işittiği şeylere hiç bir anlam vermeden köşkten çıktı. Yol boyu dalgındı, ağaçların altında oturup biraz resim çizdi. Her nedense bir anda o genç adamın resmini yapmak istemişti. Kız ona minnet duyduğu için bunu yaptığını söyledi kendine. Ağaçların gölgeliğinde otururken yüzünü bir an ormana çevirip gülümsedi. “Belki bugün karşılarım onunla,”

Ancak akşam olmadan eve gittiği için Yılkan’ı görememişti. Yüzüne düşen bir buruklukla eve girdi. Ailesinin tuhaflığı devam ettiği için kendisini onlardan uzaklaştırdı, günü odasında çizimlerle geçti. Akşamın serinliğinde uyuklarken odasının önündeki sesleri hayal meyal hatırlıyordu.

“O daha fazla bizden ayrı kalmamalı,” diyordu abisinin sesi. Annesi onu durmadan azarlıyor, anlam veremediği şeylerden bahsediyordu. “Burada dikilme hadi!”

“Bu gece, ayinde ona Zeynep’i alması için yalvaracağım,” dedi Uğur. 

 Zeynep bir an kabustan irkilir gibi gözlerini araladı. Sesler duyduğuna emindi, annesi ve abisi konuşuyordu. Sonra adım seslerini duyunca hem abisinin hem annesinin uzaklaştığını anladı. Garip olan şey sadece ailesi değil miydi? Şimdi ayin meselesi de çıkmıştı.

O gece kızın gözüne uyku girmedi, asla uyuyamazdı. Onların kendisinden bahsettiklerini duymuştu ortada bir mesele vardı.  Öğrenmek zorunluluğu hissediyordu. Bir ara köşkün loş ışıklarının yandığını fark etti. Sonra hareketlilik oldu. İçeriden hafif sesler duydu. Biri gelip odasını kontrol etti, o sırada kendisi uyama numarası yapıyordu.

“Hala uyuyorsun,” dedi Uğur kızın kapısında durup. “Zavallı kardeşim, umarım aramıza katılırsın...”

Kapıdan çıktığında Zeynep nefesini salıverdi. Biraz sonra tekrar seslerini işitti.

“Bıçağı aldım, bu sefer ben kullanacağım,” dedi annesi. Babası ve abisi kadına cevap vermeden çıktıklarında Zeynep karanlık duvara yapışmış, sessizce dikiliyordu. Cama koştuğu zaman köşkten ayrılan ailesini gördü. Dahası sokağa çıkan başka insanlar vardı. Zeynep gidip gitmemek korkusu yaşasa da ailesine ne olduğunu bilmeliydi.

Sokağa doğruca fırlamak yerine köşkten uzaklaştı. Ana yol yerine, biraz dar olan ağaçlık yola indi. Oradan pek kimse geçmediğinden -belki de ay ışığı oraya iyi yansıyor diyeydi- sakinliğini geri kazandı. Sokağa inen genç, yaşlı birçok erkek ve kadın vardı.  Zeynep ailesini göremiyordu ama sonra onları buldu. Usulca taşlık yolda, ağaçların altında ilerlemeye başladı. Bazı insanların ellerinde bıçaklar vardı. Zeynep onların ne yapacaklarına anlam veremedi. Ürperti içini sararken insanların delilere benzediğini düşündü. Kesinlikle normal değillerdi. İnsan seli git gide çoğalırken ağaçların arasına iyice sokuldu. O sırada biraz uzağında gizlenmiş olan genci gördü. Onun yüzüne şaşkınlıkla bakmaktan kendini alıkoyamadı, Yılkan’dı o.

 

***

 

Gecenin karanlığında gizlice insanları izliyordu Yılkan. Gün içinde olanlar onu fazlasıyla yıpratmıştı. Tek çarenin kötülükle yüzleşmek olduğunu düşündü. Her şeye bir son vermeliydi. Sokaklarda gezinirken hipnoz olmuş gibi sessizce yürüyen insanları fark edince peşlerine takıldı. Neyle karşılaşacağından emin değildi fakat boş boş oturamayacağını biliyordu. İnsanların gittikçe artan sayısı gözünü korkutuyordu. Azımsayamayacağı kadar kişi onun tarafına geçmiş görünüyordu. Hepsini birer kukladan farksızdı, ne zaman ne yapacaklarını kestirmek güçtü.

Ay ışığı altında fark edilmeyecek kadar yakınlarına sokuldu. Sonra farklı bir şey çarptı gözüne ve başını çevirdiğinde Zeynep’ i gördü. Tavırlarına ve gözlerindeki endişeye bakarak onun da diğerlerini gizlice izlediği kanısına vardı. Zeynep de kendisini fark etti ama yanına gelmeye cesaret edemiyor gibi bir hali vardı. Eli bıçaklı insanlardan çekindiği belliydi.

“Ne işin var burada?” diye söylendi kendi kendine. Eğer kötü bir şey olursa bir de onun güvenliğini sağlaması gerekecekti. Sabırsızlıkla burnundan soludu ve sessiz, seri adımlarla kızın olduğu tarafa geçti. Zeynep’ in yanına vardığında fısıldadı. “Ne yapıyorsun burada? Hemen dönmelisin.”

Zeynep onun ay ışığında parlayan kara gözlerine baktı. “Yüzüne ne oldu?” dedi şaşkınlıkla. “Küçük bir kavga, beni boş ver. Burada olman tehlikeli.”

“Ailem de onların arasında. Başka ne yapabilirdim?” Yılkan kızı dinlese de bakışları insanların üzerindeydi. “Anlamıyor musun, burası tehlikeli. Onlar bu durumda seni tanımayacaktır.” Zeynep’ in kaşları çatıldı, şüpheci bir halde Yılkan’ ı süzüyordu. “Sen onlara ne olduğunu biliyorsun değil mi? Neden herkes delirmiş gibi davranıyor? Aileme ne olacak?” Zeynep’ in sesindeki hüzün biraz olsun Yılkan’ ı yumuşattı. “Tamam, birlikte gidelim ama hiçbir şeye karışma.”

Yılkan’ ın arada bir etrafı süzmesi Zeynep’ in dikkatinden kaçmadı. “Nereye bakıyorsun öyle?”

“Yok bir şey,” diyerek konuşmayı noktaladı Yılkan. Takipleri eski okula kadar devam etti. İnsanlar ağır adımlarla ürpertici binaya girerken Zeynep adeta nefesini tutmuş olanları izliyordu. Yılkan’ ın yüzünde ise sert bir ifade vardı. Kalabalığın arkasından binaya yaklaştıkça içini bir sıkıntı kapladı. İçeriden yayılan kötü enerjiyi hissedebiliyordu. Bedeni bir ürpertiyle titreyince donup kaldı.

“Ne oldu?” diye fısıldadı Zeynep. Yılkan’ ın boş bakışları karşısında şaşkına dönmüştü. Sanki sesi ona ulaşmıyordu, endişelenmeye başlamıştı. “Yılkan, iyi misin?”

Yılkan o sırada başka ses duyuyordu. “Bana gelin, sizi bekliyorum.” Ses sürekli zihninde yankılanıyordu ve sese doğru ilerleme konusunda müthiş bir istek duyuyordu. Daha fazla kendini tutamadı, öne doğru bir adım attı.

“Hey, napıyorsun? Dur.” Zeynep Yılkan’ ın tesir altında kaldığını anlamıştı. Ne yapacağını bilemeyerek gerginlikle kolundan tuttu. Onu durdurabilmesi için oldukça direnmesi gerekti. Sinirlenen Yılkan onu sertçe itti. Zeynep düşünce yere sürtünen bileği kanamaya başladı. Henüz pes etmiş değildi, kalkıp tekrar Yılkan’ ın karşısına çıktı, kollarını iki yana açtı. “Bu şekilde gitmene izin veremem.” Yılkan durunca hemen omuzlarından tutup onu şiddetle sarsmaya başladı. Yılkan’ ı kendine getirememe endişesi yüzünden ne yaptığını bilmiyordu. “Dayanmalısın, burada kal!”

“Yeter, başım döndü,” dedi Yılkan sakin bir ses tonuyla. Zeynep rahatlayarak önce tuttuğu nefesini sonra Yılkan’ ı bıraktı. Dokunsan ağlayacak gibi bir hali vardı. Yılkan bir süre onun gözlerine baktıktan sonra bakışlarını çekti. “Teşekkür ederim.” Kız önemli olmadığını belirterek elini sallayınca bileğindeki yarayı gördü. “Bunu ben mi yaptım?” Zeynep kolunu arkasına saklayıp geçiştirmeye çalıştı. Yılkan cebinden beyaz bir mendil çıkarıp kızın elini tuttu ve dikkatle bağladı. “Kusura bakma. Hadi gidelim içeri, ne olduğunu görmemiz lazım. Bakma öyle, kafam yerinde şu an. Gayet iyiyim.” İkisi ses çıkarmamaya çalışarak virane yapının içine girdi.

İçeriye girdikleri anda keskin koku ikisini karşıladı. Yüzlerinin rengi kötü koku etkisiyle buruşmuştu. Bir adım geriledi Zeynep ve neredeyse Yılkan’a çarpacak oldu. Doğru düzgün gördüğü söylenemezdi. Burada, ışık  adına  dört bir yana dağılmış mumlar vardı. Titrek mum ışıklarının gerisinden sadece karanlık uzanıyordu.  Oradaki insanlar -Zeynep onların insan olduklarını umdu- birer gölgeye benziyordu.

Kız tepeden tırnağa ürperdi. Okulun atmosferi üzerine hoş olmayan duygular veriyordu. Soğuk rüzgarı hissetti, tenine değince gerilmişti. Sonra hemen yanında duran genç adamın kendisi gibi gerildiğine şahit oldu. Yılkan’ın yüz hatları da sertleşmişti. Zeynep bir an, onu tutup buradan çıkma isteğiyle doldu.

Sessiz bir şekilde merdivenlerin boşluğuna gittiler. Genç adam büyük bir merakla dairede duran insanlara bakıyordu. Zeynep onların halkalar içinde olduğunu biraz sonra fark etmişti. Dikkati Yılkan’la insanlar arasında gidip geldi, ancak kasabalıların sol ellerini yumruk yapıp göğüslerine vurmaya başlamasıyla, dikkati tamamen onlara kaydı.

Ritim tutturan, sallanan insanlar. Dudaklarında tuhaf tınılar. Sözler. Ardından kahkahalar, sürekli yükselen kahkahalar. Anlamsız danslar. Zeynep yüzünü iyice asarak bu saçmalığın bitmesini diledi. Bir yandan Yılkan’ın etkilenip etkilenmediğine baktı. 

“O bizimle,” dedi yabancı bir ses.

“Vakit onun vakti,”

“Dünyaya yayılmalı,”

“O gecenin ebedi efendisi,” 

“Bize gel efendimiz,”

Benzeri cümleleri neredeyse herkes söyledi.   O dedikleri şeyi durmadan övdüler. Zeynep ikinci bir ürperti duydu ve mumlar bir anda sönüverdi. Sesleri işitti. Kulaklarına fısıldayan bir şey vardı. Ses cılız çıkıyordu ama genç kız korkudan kaskatı kesilmişti. Göz bebekleri irileşti ve kalbine yayılan korku yüzünden küçücük hissetti. O karanlığın insana verdiği kayıp gitme hissi korkunçtu, kesinlikle çekici değildi ve asla olamazdı. Kendine gelince Yılkan’ın garipçe karşıya baktığını gördü. Genç adamın tekrar onlara çekileceğinden korkarak elini sıkıca tuttu. Yılkan kendisine bir bakış atsa da kız elini bırakmadı.

Zeynep ona doğru eğildi, fısıldayarak sordu. “İyi misin, sen de bir ses duydun mu?”

Yılkan sersemlemişe benziyordu, kendisine gelmesi biraz zaman aldı. “Ben de duydum.”  

“Burada daha ne kadar kalacağız?”

“Bilmiyorum,” dedi genç adam. 

“Gitmek istiyorum,”

“Geride kal demiştim,” dedi Yılkan biraz sert biçimde. “Dinlemedin. Yine de hala gidebilirsin.”

“Hayır,” dedi kız gözlerindeki korkuyla. “Seni bu karanlıkta yalnız bırakmam.” 

 Yılkan, gözlerini kızdan alıp insanlara tekrar baktı. Her birinin sessizlik içinde kaldıklarını fark etti, deli dansları da bitmişti. Mumlar az da olsa yine yanıyordu ama ortada bir tuhaflık vardı. Ses bir kez daha duyuluyor, bu defa daha yüksek sesle çıkıyordu. Bir gök gürültüsü gibi. Ancak hiç bir ışık parçası göğü yaramazdı, her şey kapkaranlık olmaya doğru gidiyordu. 

Zeynep, sahnenin tam merkezinde Uğur’u görünce bir ürperti onu yeniden ele geçirdi. Biraz sonra ağabeyinin elindeki bıçakla bir başkasına meydan okuduğunu gördü. Uğur’un karşısına geçen bu adam ona aşağılayıcı bir şekilde bakıyordu.

“O meydan okuyan, benim abim,” dedi kız boğulur gibi bir hisle. Genç adam kıza bakmasa da sözlerini dinliyordu.

“Bıçağımla efendimi memnun edeceğim,”  demişti Uğur.

 İki adam kısa sürede boğuşurken çevrelerindeki insanlar hissizdi. Sadece bu dalaşmanın bitmesini bekliyorlardı. Uğur’un anne ve babası da uzak bir köşeden boş gözlerle oğullarına bakıyordu. Hiç bir his barındırmayan yüzleri onları ele veriyordu. Bu insanların sanki iyi hisleri ölmüştü.

Sonunda iri yapılı rakibi Uğur’u bacağından yakaladı ve tek hareketle yere devirdi. Gencin başını yerdeki pis zemine dayayıp çevresindeki  gözlere baktı. Dudakları aralandı. Memnundu. “Kimse yerime göz dikmemeli.”

O sırada yerdeki  Uğur, kendisine gelen ani güçle doğrulabildi. Kendisini tutan adamın ellerinden kurtulmuştu. Bakışlarındaki ürpertici hisle sadece rakibine odaklanıyor, gözleri onu zır deli gibi gösteriyordu. Bir eli, yerden aldığı bıçaktaydı, serbest olan eliyle adamın şah damarına bir yumruk geçirdi ve o anda adam yere un çuvalı gibi düştü. Bilinci yumrukla kapanmıştı. Bununla yetinmeyen Uğur,  adamın sırtına defalarca vurmaya başladı. Zeynep bir an şiddetle çarpan kalbinin yerinden çıkacağını düşündü. Gözleri önünde, bir adama canavarca  saldıran onun öz ağabeyiydi.

 Yerdeki zavallıyı insanlar umursamadılar, olağan bir durummuş gibi seyrettiler. Uğur, hırsını alınca oradan uzaklaşırken duraksadı. “Ben size sonsuz geceyi veren el olacağım, yeter ki bana itaat edin,” dedi.

Yılkan, bu olanlar üzerine derin düşüncelere dalmıştı. Zeynep onun kolunu çekiştirdi. “Burada karanlık çoğalıyor.” Genç adam cevap vermeyince usulca konuşmaya devam etti. “Delirmekten korkuyorum.” dedi ve bir damla yaş gözlerinden düştü. “Neden konuşmuyorsun?”

“Sadece sakin ol, önce buradan çıkalım.”

Kalabalığın ortasında önce yoğun, siyah bir sis belirdi. Gittikçe şekil almaya başlayan sis devasa bir yaratığı andırıyordu. Sonra kan kırmızısı gözleri aralandı, bakışları Yılkan’ a kaydı bir anda. Dehşete kapılmış halde onu izleyen Yılkan varlığın kendisini bir şekilde hissettiğini anlamıştı. Sisten beden ikisine doğru ilerlemeye başlayınca Yılkan Zeynep’ i kolundan tuttuğu gibi koşmaya başladı. “Durma sakın, koş!” Kendilerini virane yapının dışına attıklarında nefes nefese kalmışlardı. “Ne oldu birden?” dedi Zeynep.

“Onu görmedin mi?”

“Neyi?”

Sakinleşmeye çalışan Yılkan bir süre yanıt vermedi. Zeynep’ e anlatmalı mıydı emin değildi. Gözleri hâlâ binadaydı, neyse ki arkalarından gelen olmadı. “O fısıltıların sahibini gördüm. Korkunç bir görünümü vardı, bizim peşimize düşmüştü.”

“Olamaz, hâlâ izliyor mu bizi?” Zeynep korkulu gözlerle etrafa bakındı.

“Hayır, oradan çıkmadı.”

“Herkes o şeyin tesiri altında mı yani? Bu olamaz. O insanları kurtarmalıyız, hem ailem de içlerinde. Jandarmaya mı haber versek?”

“Bize inanırlar mı sanıyorsun? İnansalar bile bir şey yapamazlar.”

“Öylece bekleyecek miyiz?” diye itiraz edecek oldu Zeynep.

“Bu durumu çözmeye çalışan birileri var. Onlarla konuşmalıyım.”

“Bizden başka bunu bilenler de mi var? Çabuk gidip konuşalım onlarla.”

 Yılkan gözlerini karşısındaki kıza dikti. Gözlerini kısarak konuştu. “Sen onlarla konuşamazsın.” Zeynep Yılkan’ ın kendisini bu işin dışında tutmak istediğini düşündü. “Size ayak bağı olmam. Sadece yardım etmek istiyorum.”

“Şimdilik daha fazla şey anlatamam, kendi iyiliğin için. Hadi, seni evine bırakayım.”

“Eve mi? Bu kesinlikle olmaz, o evde can güvenliğim yok.” Genç adam başına bir dert daha açılmış gibi kıza baktı, omuzları düştü. “Bir sorunumuz daha var yani. Sana kalacak yer bulmalıyız. Kötü haber şu ki bugün ben de evden kovuldum. Bizim ihtiyar da kendinde değil gibiydi.”

Zeynep şaşkınlıkla ona baktı. “Bu çok kötü. Belki ustan sizde kalmama izin verebilir diye düşünmüştüm.” Karadeniz’ de gemileri batmış gibi yere çöktü. Yılkan o sırada aklına gelen fikri söyledi. “Bir yer biliyorum. Biraz ıssız bir yerde ama güvenlidir.”

“Güvenli olduğuna emin misin? Bakışların tersini söylüyor gibi.”

Yılkan sabretmeye çalıştı. Hemen anıları zihninden sildi. Gölgelerin orada olmamasını umuyordu. “Gelmek istemezsen sen bilirsin, ben gidiyorum.” Yılkan yürümeye başlayınca kız da ardından ilerledi. Bir yandan etrafı izliyor, birisi görecek diye korkuyordu. Genç adama ayak uydurmak için adımlarını hızlandırdı. “Peki, şu bahsettiğin kişiler kim onu söyle bari.”

“Hayır dedim.”

Kasabanın dışına çıkıp bir süre daha ilerlediler. Derme çatma, ahşap ev ürkütücü görünüyordu. Gıcırdayarak açılan kapıdan içeri girerken Zeynep’ in tereddüt ettiğini gördü Yılkan. “Merak etme. Çocukluğumdan beri boştur burası, kimse oturmuyor.” Ayağa kalkan toz ikisinin de öksürmesine neden oldu. “Pek temiz olduğunu söyleyemem ama.”


18 Ocak 2022 Salı

İstanbul Hatırası (Kitap Tanıtım)

 


 "İstanbul' a bakıyorduk denizden. Kral Byzas' ın efsanevi ülkesine, Konstantin' in imparatorluk başkentinde, II. Teodosius' un taştan bir gerdanlığı andıran surlarına, Jüstinyen' in benzersiz Ayasofya' sına, Fatih' in cihanı yönettiği Topkapı Sarayı' na, Kanuni' nin muhteşem Süleymaniye' sine..."


 Başkomser Nevzat İstanbul' da işlenmeye başlayan gizemli cinayetleri çözmeye çalışır. Cinayetlerin ortak bir noktası vardır. Kurbanların bırakıldığı yerler ve ellerinde bulunan sikkeler İstanbul' un tarihi ile ilgili önemli detaylar içermektedir. Nevzat ve ekibi ipucu bulabilmek için tarihi araştırmalara girer. Şüphe duydukları pek çok isim olur ancak bir türlü gerekli kanıtları bulamazlar. Vakit geçtikçe yeni bir cinayet işlenir, iş daha ciddiye biner. Başkomser Nevzat bir yandan yoğun mesai harcarken bir yandan sevdiklerine, dostlarına vakit ayırmaya çalışır. Çocukluk arkadaşları Demir ve Yekta, sevdiği Evgenia en yakınlarıdır. Parçalanmış ailesinden sonra onlara tutunmuştur. 

 Kitap 600 sayfaya yakın, oldukça kalın. Yoğun bir araştırmanın ürünü olduğu belli. Tarihi mekanlar ve kişilere, İstanbul' a ilgisi olanlar sevecektir. Ben türünden dolayı daha sürükleyici ve gerilimli bir eser bekliyordum ama pek heyecan uyandırmadı bende. Detaylar çok fazlaydı ve karakterlerin muhabbetleri gereğinden uzun sürüyordu. O kadar ki okurken cinayetleri unuttuğum oldu. Bu nedenle sürekli ara vererek okudum. Son 40 50 sayfa en sürükleyici kısımdı, orayı bir çırpıda okuduğumu söyleyebilirim. Gerçekten şaşırtıcı bir sondu benim için. Yine de şehrin ortasında bir yerlere cesetler bırakılırken olayların bir türlü aydınlatılamaması garip geldi bana. 

 Bölümlerin başında yer alan iki üç sayfalık kısa yazılar ise ilgi çekiciydi, şiirsel bir yanı vardı. Betimlemeler güzeldi, insanın gözünde canlanabiliyordu mekanlar. İnsanda oraları görme isteği uyandırabiliyor. Zaman zaman yazarın mesaj verme kaygısını fazlasıyla hissettim. Bu da beni biraz sıkan durumlardan biriydi, okumamı geciktirdi. Kitap biraz daha kısa tutulabilirmiş sanki. Son kısımlara gelince okuduğuma değdi dedim. 

 Kitabın İstanbul' u ve tarihi değerleri koruma konusuna dikkat çekmesi güzeldi. Her yerin betonlaştığı şu zamanda  farkındalık sağlar umarım. Benim açımdan pek sürükleyici olmasa da tarihi bilgi edinmek adına faydalı oldu. 


15 Ocak 2022 Cumartesi

Uyuyan Melanet- 4.Bölüm(Duygu&Undine)

 


Hiç. Hiçlik. Kocaman bir boşluk. Boşlukta yüzüyormuş gibi bir his ve köklerine ulaşmaya çalışan şeyler. Karanlık odada uzanmış, yatan birinin düşünceleriydi bunlar. Ellerini kafasının arkasında birleştirip gözlerini tavana dikmişti.  Bakışlarının ardında yatan deliliği sakladığı için tam da şu anda karanlığa şükrediyordu.  Evet, evet o deliydi ve bunu biliyordu. Gülmemek için dudaklarını ısırmak zorunda kaldı. Diline kan tadı gelince yüzü buruştu. Kendi kanını hiç sevmezdi.

Ayak seslerini işitince dikkat kesilerek bekledi. Kapı hafifçe aralanıp içeriye bir parça ışık girdi. Işığın ardından bir adam yüzü belirdi. Koridorun loş ışıkları, bu yüzü çok az aydınlatabilmişti. Adam, yatakta tembelce yatmış olan karanlık surete donuk bir tavırla bakıyordu.

 “Ayin için gitmek zorundayız. Seni bekliyoruz. ” 

Gözlerinden, sesinden hep nefret akıyordu. Kendisinden ölesiye nefret ediyor olmalıydı. Ama o da bu adamdan tüm benliğiyle nefret ediyordu.

“Senin bildiğinden daha iyi biliyorum bunu,” dedi yataktan doğrulurken.

Gitmek üzere olan adam açıkça duraksıyordu. Yüzünü ona çevirmeden sözcükleri tane tane seçerek sordu. “Sözlerinin anlamı nedir, ne demek istiyorsun?”

“O benimle hep konuşuyor,”  dedi. Sesi kendisinin bile inanamayacağı bir neşeyle çıkmıştı.

“Bizlerle sadece geceleri konuşur,”

“O sizler için,”

“Ne?”

“O gündüz bile benimle konuşuyor. Buna ne dersin?”  

“Yalan söylüyorsundur,”

Karanlık odada karşı karşıya duran iki adam arasında derin bir sessizlik oldu. Genç olanı ona doğru bir adım attı. Gözlerine yansıyan ışıkla birlikte yüz hatları göründü. Siyah gözlerini huzursuzca kısmıştı. Açık bir küstahlıkla, tehditle yaşlıca olan diğer adama bakıyordu. “Ne zaman yalan söylediğimi gördün?”

“İlaçlarını aldın mı sen?” diye sordu adam şüpheyle. Bu soru genç adamın beynine kan sıçrattı. Burun delikleri büyüyüp küçülüyordu. “Hasta değilim. Hasta değilim ben!”

“Ama...” dedi adam zayıf bir sesle. “İlaçlarını almazsan, neler olur biliyorsun.”

“Kes dedim!”

Adam, göz bebeklerini karanlık bir suretten ibaretmiş gibi görünen gencin üzerinde gezdirdi. İlaçları almazsa neler yapabileceğini düşünmek istemiyordu.

 Alnında birikmeye başlayan terleri silmek üzere parmaklarını uzattı. Saç dipleri bile terden yapış yapış olmuş ve bir de boğazı kurumuştu. Konuşmak için bir ara, ağzını aralamaya çalıştı ama bunu yapamadı.  Çenesinin hakimiyetini saniyeler içinde yitirmiş gibiydi.

“O, beni farklı buldu. Hepinizden farklıyım ve bunu biliyordum. En başından beri biliyordum...” 

“Seninle...konuşuyor mu?” diyebildi adam, bir müddet sonra.

Genç adam, gözlerindeki delişmen bakışlarla başını evet anlamında salladı bir süre. “Evet, evet. Kaç kez söylemem gerekiyor, hala inanmıyorsan ona sor...ama soramazsın,”

Bir süre kesik kesik güldü, gülerken gözleri seğiriyordu. “Nasılsa onu en çok ben memnun edeceğim. Beni istemeye istemeye takdir edecek.” Nefes nefese devam etti.   “Birçok insana hak ettikleri acıyı vereceğim.” Bir kez daha güldü. Dişlerinin tümünü gösterecek kadar sırıtıyordu. “Bundan haz alıyorum. Şiddetin düşüncesinden. Öyle hoşuma gidiyor ki ve ben onları aşağılayacağım baba.”

Ruh hali birden sertleşince karşısında dikilmekte olan babası geriye doğru yürüdü. Oğlu onun korkusunu kemiğini arayan bir köpek gibi sezebiliyordu. “Ayin, bekliyor.” dedi yanından geçerken. “Ve ölümün kokusu bu kasabanın üzerinde geziniyor, gezinecek.”

Loş ışık kara gözlerine yansıyınca bakışlarında yatan şey deliliğe çok benziyordu. Sessiz adımlarla köşkten ayrıldığında oraya yalnız gitmeyeceğini biliyordu. Şimdiden sokağa çıkan insanları görmüştü, ailesi de hemen peşinden geliyor olmalıydı ama aileden sadece tek bir kişi eksikti. “Zeynep’in de bizimle burada olmasını dilerdim,” dedi kendi kendine. “Onun bize katılması önemli,”

Melanetin sesini kulaklarında hisseden Uğur, büyük bir  memnuniyet hissiyle sarıldı. Melanet arzularını dile getiriyordu, düşünceleri beyninde kendisine aitmiş gibi duyabiliyordu. Bu his ona delice geliyordu ama gerçekten vardı; Melanet, şiddet ve karanlık.

“Tamamen geceye bürüneceğiz,” demişti  kötücül güç.

Uğur bunları kendisine mi yoksa herkese mi söylediğini merak etti. Hayır, sadece kendisine söylemiş olmalıydı. Melanet onu özel olarak görüyor olmalıydı...

 “Daha çok insan, daha çok karanlık getirin.  Bu kasaba içinde mide bulandırıcı güç, iyilik hala geziniyor oysa kalplerden tamamen silinmesi gerekiyor. Biliyorsunuz, insanlar birbirlerine yardım etmemeli. Fesatlık ve kin lazım, nefret ve karanlık lazım. Ben bir karabasan yetiştireceğim. Sizler benim gözlerim ve ayaklarımsınız. Yüreğinizin derinliklerinde yatan güçle bana hiç direnmediniz. Sizler de karanlığı arzuluyorsunuz. Nefret ediyorsunuz bu saçma insan masallarından. Size sonsuz geceyi vereceğim. Bana ruhunuzu verin.” 

Bu sözlerle tamamen kendisinden geçer bir hale gelen genç adam iyice gülümsüyordu. Sadece kendisine söylenen sandığı sözleri kötücül varlığın ağına takılan herkes işitmişti. Burada özel olan kimse yoktu. Burada sadece delilik vardı. Ayin için toplanan insanlar onun için mumlar yakıp parmaklarını kesici aletlerle kesip kanlarını akıttılar. Ayinin ikincisi halkasını tamamlamaya çalışıyorlardı.

Aynı zamanda gölgeler, gecenin kuytuluğunda sessizce bekliyorlardı. Bir süredir kasabanın karanlık sokağını izlemişlerdi.  Sokağa transa girmiş insan yığınları çıkınca da onları terk edilmiş binaya kadar takip etmişlerdi. İçeriye girmek için hiç düşünmemişlerdi ama  içeriye girmeye çalıştıklarında bir şey onlara engel oldu. Demek onlar giremesin diye görülmeyen bir barikat kurulmuştu. Bunun anlamı, kötücül varlık onların izlediğini fark etmiş olmalıydı.

“Bu insanlar orada ne yapıyor?” dedi gölgelerden biri.  Diğerleri sessizce ona baktılar. “Keşke içeriye girebilseydik,”

“Kötülüğünü yine yayma peşinde olmalı.”

“Bakın, insanlar çıkmaya başladılar!” dedi binayı işaret eden bir gölge. 

Gölgeler, her birinin ne yapacaklarını görmek istiyorlardı. Ellerindeki boyaları ve fırçaları sallayan bir avuç insan, yakın çevredeki evlerin kapılarına kırmızı boya vurdular.

“Evleri işaretliyorlar,” dedi onları izleyen gölge, diğerlerine.

“Hepsini değil. Sadece yedisini.” Bir an sonra endişeyle seslendi. “Yılkan’ın evini de işaretlediler.”

 

***

 

Yoğun hastane kokusu Yılkan’ a pek iyi gelmediğinden bir an önce oradan ayrılmak istiyordu. Öğlen olduğunda çıkabilecekti, önceki güne göre daha iyi hissediyordu. Çıkış işlemleri ile ilgilenen Naci’ yi beklerken pencereye yaklaşıp dışarıyı izledi. Bahçedeki insanlar oldukça normal görünüyor, her şey olağan seyrinde akıyordu. Camdaki yansımasına baktı, şişlik biraz inmişti.

“Daha iyi görünüyorsun.”

Yılkan dönüp arkada beliren iki gölgeye baktı. Gelmelerini zaten bekliyordu, konuşmak istediği şeyler vardı.

“Neden olanları sakladın?”

“Onların bakışlarında farklı bir şey vardı, kendileri gibi değillerdi. Ayrıca dövüş anında içimde kuvvetli bir hırsın varlığını hissettim. Nasıl desem bir şey beni kötülüğe çağırıyordu. O an o kadar nefretle doluydum ki dün öyle dayak yemiş olmasam belki ben onlara büyük zarar verecektim.” Yılkan dalgın halde dışarıyı izlemeyi sürdürdü. “Siz haklıydınız, tuhaf bir şeyler oluyor bu kasabada.”

“Biz de bunu konuşmak için gelmiştik. Düşündüğümüz gibi o varlığın işi tüm bunlar.”

“Daha açıklayıcı olur musun?” dedi Yılkan.

 “O olumsuz hislerle, kötü enerjilerle beslenen bir varlık. İnsanın içindeki sevgiyi yok eder, sömürür. Yine güç toplamaya çalışıyor, insanları kullanıyor. Yıllar önce bir grup insan onu durdurmak için toplandı ancak başaramadılar.”

“Böyle bir şey nasıl mümkün olur? Söylediklerine inanmak çok güç, aklım almıyor.” Yılkan’ ın kafası çok karışıktı.

Gölge bu tepkiyi bekliyor gibi istifini hiç bozmadan yanıtladı. “Bizim varlığımız da pek normal sayılmaz değil mi? Dünyada açıklanamayan pek çok şey oluyor.”

“O insanlara ne oldu peki?”

Diğer gölge devam etti. “Hepsi öldü ve onların gölgeleri olan bizler de bir şekilde canlandık. Sanırım böyle bir şeyi o da beklemiyordu, bize saldırmaya çalıştı ama elinden bir şey gelmedi.”

“Demek böyle var oldunuz? Daha önce bundan bahsetmediniz bana. Kaç kez sorsam da sorularımı yanıtsız bıraktınız.” Yılkan’ ın suçlamaları üzerine gölge yanında belirdi. O da dışarıyı izliyordu.

“İlk karşılaştığımız o gün sana söylemiştim ama sözlerimle ilgilenmemiştin. Hem öğrensen ne olacaktı? Bizler için ne yapabilirdin ki? Hiçbir cansız varlık yaşam denen tecrübeyi tatmak istemezdi ama biz buna alıştık, insanlar gibi olmak için uğraştık.” Gölgenin sesindeki karamsarlık hissediliyordu. “Yaşam konusunda böyle düşündüğünüzü bilmiyordum. Şu ana kadar sizin açınızdan hiç bakmamıştım, üzgünüm.”

Gölge omzuna dokundu. “Kendini suçlama, böyle bir şey hakkında nasıl fikir sahibi olabilirdin ki? Hem işimize odaklanalım artık. Biz melaneti bir şekilde durdurmalıyız. Yerini tespit ettik fakat içeriye giremedik.”

“Nasıl böyle tehlikeli şeyler yaparsınız? Ya size bir şey olursa.”

“Biz buraya ait değiliz zaten, yok olmayı umursamayız ama insanların zarar görmesine de göz yumamayız.”

“Ama ben umursuyorum.” Dostu olarak gördüğü gölgenin sözleri kötü hissettirdi. Onlarsız bir hayat düşünemiyordu, bu bencillik miydi? Bakışları yere düştü.

“Nedeni bilmiyoruz ama dün insanlar bazı evlerin kapısını boyadı. Sizin evi de işaretlediler, dikkatli olmalısınız.”

Yılkan’ ın kaşları çatıldı. “Bir bu eksikti,” diye mırıldandı. O sırada Naci odaya girince gölgeler ortadan kayboldu. “Hadi gidelim,” dedi Naci.

 Yılkan’ ı eve bırakan Naci kamyoneti ormana doğru sürdü. Bahçeden içeri giren Yılkan kapıdaki işareti görünce gerildi. Elini sürdü ama boya silinecek gibi durmuyordu. İçeriye girip kendi düşünceleri ile baş başa kaldığında ne yapacağını bilemez haldeydi. Dalgın halde dışarı bakarken bir karaltı gözüne çarptı. Cama yaklaşıp tülü araladığında gölgelerin gelmiş olduğunu fark etti. Hepsi durgun ve ciddi görünüyordu. “Bir şey mi oldu?” dedi endişeli halde.

Gölgelerin yanıtı bir anda yerden havalanıp açık pencereden içeriye süzülmek oldu. Yılkan geri çekildiğinde büyük bir şok yaşadı, şimdi hepsi kendi gölgesi olmuştu. Camdan vuran gün ışığının oluşturduğu gölgeler ayaklarının ucunda yükseliyordu. Ellerini uzatarak her yandan Yılkan’ ı kavradılar ve onu yere doğru çektiler. Yılkan ayağının yerden kesildiğini hissetti.

Dehşetle sıçrayan Yılkan kendini yerde yatarken buldu. Alnında biriken terleri sildi, kalbi hâlâ olanca şiddetiyle atıyordu. Gölgeler varlığına artık hazmedemeyip kendisini yok etmeye çalışmıştı. Başını sağa sola salladı. “Hayır hayır, bu doğru olamaz.” Tüm olanların sebebini biliyordu ama gördükleri o kadar gerçekçiydi ki şoku üstünden atamıyordu.

Daha fazla evde duramayacağını düşünerek dışarı çıktı. Yüzünü biraz olsun gizleyebilmek için başına bir şapka geçirdi. Gökyüzü bulutluydu, boş boş dolanıyor, insanları gözlemliyordu. Acaba kimler kendisi gibi etki altındaydı, evinin kapısı niçin işaretlenmişti?

Yol boyunca ilerlerken birisinin gizlice bir evi izlediğini fark etti. Pek dostane bakışları yoktu, arkasında bir şey saklıyordu. Yılkan’ ı henüz fark etmediği için gizlendiği köşeden çıktı ve eve doğru sinsice yürüdü. Sonra fırçayı çıkarıp evin duvarına yazılar yazmaya başladı. Yılkan sessizce ona yaklaştığında bu evin kapısının da işaretli olduğunu fark etti. Duvardaki yazıyı okuyunca şaşkına döndü.

Onun çağrısına kulak verin, aksi halde kalbiniz sökülüp alınacak.

“Kimsin sen? Bu ne demek oluyor?”

Yakalanmış olmanın verdiği telaşla genç adam kaçmaya çalıştı. İri yapılıydı ve koşarken Yılkan’ ın omzuna çarpıp onu devirdi. Yılkan kalkıp arkasından koştu ama izini kaybetti. Henüz tam iyileşmediği için nefes nefese kalmıştı. Duvardaki yazının basit bir tehdit olmadığını düşünüyordu. İtaat etmeyen kişileri böyle korkutarak belki de kasabayı terk etmelerini istiyorlardı. Ustası şu ana kadar garip bir tavır sergilemediği için karanlık varlığın etkisi altına girmemiş olduğunu düşündü. Diğer insanların ona zarar verme ihtimali olduğu aklını kemirmeye başladı. Ona olanları anlatamazdı ama yanında olup güvenliğinden emin olmalıydı. Hızlı adımlarla ormana doğru yürüdü.

Sık ağaçların arasındaki patikayı aştı, bir derenin yakınından geçti. Ağaçlarda dolaşan sincaplar, saklanan tavşanlar gözüne çarptı. Bir süre daha yürüdüğünde kamyoneti gördü. Ustası elinde baltayla bir ağacı kesmekteydi. Etrafta kimsenin olmaması Yılkan’ ı rahatlattı.

“Ben geldim usta.”

Naci sesi duyunca durdu ve yavaşça başını çevirdi. “Ben de seni bekliyordum.” Bakışlarındaki sertlik ve sesindeki tehditkâr ton Yılkan’ ı şaşırttı. “İyi misin sen?” diyerek ona doğru yürüdü. Naci’ nin sanki kendini tutmaya çalışır gibi bir hali vardı, çok gergin duruyordu.

“Hiç kimsesi olmayan bir zavallısın sen. Bunca yıl bana yük olduğun yeter. Defol git artık evimden.”

Yılkan’ ın gözleri hayretle açıldı. Karşısındaki adam yıllardır tanıdığı kişi olamazdı. “Bunların gerçek düşüncelerin olmadığını biliyorum,” dedi sakinliğini koruyarak.

Naci iyice yaklaşan Yılkan’ a doğru döndü. Bakışları buz gibiydi, çattığı kaşları yüzündeki kırışıklıkları daha fazla ortaya çıkarıyordu. Bir anda ileri atılıp Yılkan’ ın yakasına yapıştı, onu sarsmaya başladı. “Hiç kimse seni sevmiyor, başıma kaldın. Düş artık yakamdan!” Yılkan karşılık vermemek için kendini zor tutuyordu. Kafasında Naci’ nin sözlerini destekleyen anılar belirdi. Onun baştan beri kendisine değer vermediğini düşünmeye başlıyordu. Kafasının içinde bir ses yankılandı.

“Şu hadsiz ihtiyara gününü göster, onu pişman et. Kimse seni küçümseyemez.”

Yumruk yaptığı elleri titriyordu, kapana kısılmış gibiydi. Gözleri kızarmıştı. Bir yanda Naci’ nin tavırları bir yanda kafasında beliren anlam veremediği düşünceler... Naci yüzünde delice bir ifade ile kahkaha attı. “Ne o gerçekler ağır mı geldi? Çok mu canın yanıyor?”

“Yeter!” diye bağırdı Yılkan. Ustasını itip onun ellerinden kurtuldu ve kaçarcasına oradan uzaklaştı.






11 Ocak 2022 Salı

Uyuyan Melanet- 3.Bölüm (Duygu&Undine)

 


“Sizi uyarmama gerek yok sanırım. Hemen şimdi gitmezseniz olacaklardan ben sorumlu değilim.”

Hasan adeta burnundan soluyordu. Yılkan’ ın soğuk ve tehditkar bakışları yalan söylemediğini gösterse de bir korkak gibi çekilmeyi gururuna yediremezdi. Daha fazla düşünmeden göz ucuyla yerdeki çakıya baktı ve onu kapmak için ileri atıldı.

Yılkan da aynı anda harekete geçti. Hasan tam çakıyı tuttuğu sırada Yılkan’ ın sertçe eline basması üzerine bağırmaya başladı. “Çek ayağını kahrolası!”

Hasan’ ın zor durumda olduğunu gören diğer ikisi koştu. Yılkan kendi etrafında hızla dönerek sıçradı ve bir döner tekme savurdu. Kafasına darbeyi alan Harun kendini yerde buldu. Selim ise kenardan sıyrılıp rakibinin yüzüne yumruk atmaya çalışırken Yılkan onu elinden yakaladığı gibi eğilerek geriye döndü ve sırtüstü yere yapıştırdı. Bu sırada ayaklanan Hasan Yılkan’ ın üstüne atılıp elindeki çakıyı saplamaya çalıştı. İkisi boğuşurken kızın ağlar gibi çıkan sesi ormanda yankılandı. “Kesin şunu! Yeter!”

Yılkan’ ın ona dönüp laf yetiştirecek hali yoktu. Güçlükle Hasan’ ı sırtından attı ve saldırganlara döndü. Üçüyle birden kapışmak Yılkan’ ı zorluyordu ve ağaç kesiminden sonra biraz yorulmuştu. Nefesini kontrol etmeye çalıştı.

“Yakala!” diye bağırdı gerisindeki kız. Yılkan başını çevirmesiyle kızın kendisine fırlattığı kalın, uzun bir dal parçasını havada tuttu. Dalı sıkıca kavrayıp üzerine yürüyen Hasan ve Selim’ e doğru koştu. İkisine de birer tane geçirdiğinde acı içinde kıvranmaya başladılar. Selim yerden ceviz büyüklüğünde bir taş alıp can havliyle fırlattı. Taş Yılkan’ ın alnına çarpıp orada bir kesik açtı. Alnından yanağına doğru süzülen ılık kanı eliyle sildi Yılkan. Yüzü bir anlığına acıyla buruştu ama bu kısa sürdü. Hiddetle yürümeye başlamıştı ki hepsi kaçıştı. “Bunu yanına bırakmayacağız!” diye bağırdı Hasan uzaklaşırken.

Yılkan elindekini yere attı ve kıza döndü. Şapkasının altındaki sarı saçları rüzgardan savruluyordu. Kızın endişe içinde kendisine doğru koştuğunu görünce geriye doğru bir adım attı. Birkaç adımda kız yanı başında bitmiş elindeki mendille yüzündeki kanı silmeye başlamıştı. “Üzgünüm, başına dert açtım. Çok şükür derin bir yara değilmiş.” Yılkan’ ın bir şey demesine fırsat vermeden yerdeki çantasını aldı ve bir süre karıştırdıktan sonra yara bandı çıkardı. Kız yara bandını yapıştırırken Yılkan sessizce onu izledi.

“Burada ne arıyorsun? Tek başına dolaşmamalıydın.”

“Hata ettim. Sayende onlardan kurtuldum. İsmin Yılkan mı gerçekten?”

“Evet.”

“Ben de Zeynep. Buraya yeni geldiğim için tanıdığım pek kimse yok.” Zeynep eğilmiş yerdeki eşyaları toparlamaya çalışıyordu. Olanları düşününce tekrar sinirlenmeye başladı. “Bu olanlara inanamıyorum.”

Bakışları donuklaşan Yılkan uzaklara dalmıştı. Gölgelerin uyarısını düşündü. O gençler sağlam pabuç değildi ama hiç bu kadar ileri gittiklerini görmemişti. “Artık daha dikkatli olmalısın.” Sözlerindeki gizemli uyarıyı hisseden Zeynep dönüp baktı ama bir şey demedi. “Kasabaya kadar sana eşlik edebilirim. Ben de yiyecek bir şeyler alacaktım.”

Eşyalarını toparlayan Zeynep hüzünle toprağı yıkayan boyalara baktı. “Tamam geliyorum,” dedi cılız bir şekilde. Yılkan yürümeye başlamıştı bile, arkasından koştu. Hızlı yürüdüğü için ona ayak uydurmakta zorlanıyordu. “Böyle bir yere geliyorsan spor ayakkabı giymeliydin.” Zeynep mahcup şekilde ayaklarına baktı. “Neyse yolumuz uzun değil zaten,” dedi Yılkan. Genç kız aceleyle bir adım atınca sandaleti kaydı ve düşmemek için Yılkan’ ın koluna yapıştı. Neye uğradığını şaşıran Yılkan diğer elini uzatıp kızın doğrulmasına yardım etti. Ağzını açıp bir şey diyecekken kız hızla özür dileyince sessizliğini korudu. Zeynep’ in yere düşen şapkasını fark edince kaşları çatıldı. Eğilip şapkayı aldı, eliyle silkeledi ve sanki kendisi beceremezmiş gibi Zeynep’ in başına yerleştirdi. Bakışlarından gerilen kız ise bir iki adım yana çekilip yürümeyi sürdürdü. Kasabaya kadar ikisi de pek konuşmadı. Zeynep teşekkür ederek ayrılırken Yılkan yoluna devam etti. Kızı ilginç bulmuştu, kendisiyle sohbet etmeye çalışan nadir insanlardan biriydi.

 

***

 

Köşkte hafif bir akşam yemeği yenildi. Yemek boyunca herkesin üzerinde belirgin keder vardı. Engin karısına, oğluna ve kızına baktı. Bir arada yaşamak zorunda olan ama birbirlerini hiç anlamayan insanlar olduklarını düşündü. Bazen kendine burada ne işim var diye sorup duruyordu. Bu evde, bu ailede olmak sadece yabancı boğazları beslemekti. Engin’in arkadaşları Seher'le evliliğini nasıl sürdürebildiğini sorup dururlardı.

  Sofra kaldırılırken Engin bir sigara yakmaya dışarıya çıktı. Çiseleyen yağmurun o anda bastırdığını gördü. Yağmurun sesi  olmasa belki köşk tamamen sakin bir yer olacaktı. Bir süre sonra karar verdi, arkadaşları haklıydı. Seher onu hep ezip iten bir karakterdi ama daha fazla böyle olmayacaktı. Gözleri kara bulutların arasında gezinen ayı aradı.

Adam eve girdiği vakit boğulur gibi bir his onu karşıladı. Köşk gözlerine daha önce bu kadar kasvetli görünmemişti. Çiçek desenli duvar kağıtları her odada vardı ve şimdi adam her bir odadan onları koparıp atma isteği duyuyordu.  Duvarda asılı duran ağaç tablolarına bakınca yüzü sonuna kadar karardı. Gençliğinde hayaletli köşklerle ilgili pek çok hikaye okumuş, hiç birine inanmamıştı. Yine inandığı söylenemezdi sadece farklı bir etki içinde öfkeden titriyordu. İçeridekilerden hiç birine görünmeden uyumak için doğruca yatak odasına geçti.

Seher zayıf sinyal veren televizyonla uğraşmış ama ne yaptıysa düzeltememiş sonunda da küplere binerek mutfağa gitmişti. Mutfakta bir şeylerle ilgilenirken bir yandan kendi kendine annesine dair söyleniyordu. “Ah, aptal kafam ah! Annemi dinlemedim de gençliğimi yedim bitirdim!” 

Zeynep annesinin ah vah etmesine hep alışık olmuştu. Sadece annesi de değil, anneannesi de kendi ailesiyle ilgili söylenip dururdu. Bu herhalde bir tür ailevi gelenek haline gelmişti. Kızın düşüncelerini bozan ağabeyi oldu. Uğur kara gözlerini kısıp ona dalgınca bakıyordu. “Ee Zeynep Hanım, resmin nasıl oldu?”

Kız bir süre bakakaldı, sonunda alnı endişeyle kırıştı. “Ne resminden bahsediyorsun?”

“Bugün ilham almak için kasabada dolaşmaya çıktığını duydum annemden. Resmi de merak ettim.” 

Gözleri küçüldü Zeynep’in, bir süre ne diyeceğini düşünüp durdu. Olanları ağabeyiyle paylaşmak istemiyordu çünkü genç adamın tepkisinin ne olacağını kestiremiyor ve bu yüzden korkuyordu. Yine de yalan söyleyecek hali yoktu. “Şey resim mahvoldu, ben de getirmeye gerek duymadım.”

“Ya, demek öyle. Peki fırçaların ve tuvalin niye kırıldı?”

Kızın kaşları çatılmış ve birden bire ayaklanmıştı. “Eşyalarımı karıştırmaktan vazgeç abi,”

“Ama,” dedi Uğur dudakları tek çizgi halinde. “Bu bir cevap değil,”

“Çünkü yere düştüler,”  

Ağabey bu konuyla ilgili daha fazla konuşmadı ancak bakışlarından Zeynep’e inanmadığı belli oluyordu. Ona onaylamaz bir bakış atmakla yetindi.  Eli telefonuna uzanarak odadan dışarıya çıktı. 

Sabah olduğunda Engin ortalıklarda görünmüyordu. Kahvaltı masasında oturan kadın çok az şey yiyebilmişti. Biraz endişe, biraz korku içindeydi. Çocuklarına babalarını sabah evde görüp görmediklerini sormuş ve “Hayır,” cevabını almıştı.

“Eğer ki öğlen de gelmezse onu aramaya çıkacağım,” demişti Seher gözleri korkuyla irileşerek. Uğur, annesine aklına kötü şeyler getirmemesini söyledi. Nasılsa çıkıp geleceğini düşünüyordu. Oğlan haklıydı, öğleye doğru eve gelen Engin sayesinde herkes rahat bir nefes aldı. Ama babaları bu defa hiç kimseyle konuşmamakta kararlı bir adama benziyordu. 

Zeynep köşkte daha az vakit geçirmek niyetindeydi. İlk işi kırılan resim malzemeleri yerine yenilerini satın almak olacaktı. Ama her şeyden önce dışarıya gitmek için hazırlanmaya başladı.  Sarı saçlarını fırçayla taradı ve at kuyruğu yaptı. Dolaptan siyah pantolonla bordo tişörtünü çıkarıp giyindi. Kısa sürede hazırlanmıştı. Köşkten tam çıkarken annesine seslendi ve spor ayakkabılarını ayağına geçirdi.

Yaklaşık bir saat sonunda Zeynep kasabada boşuna gezindiğini fark etti. Bir evin önünde durup soluklandı. Resim malzemelerinin yenilerinin çoğunu burada  bulamayacağını geç de olsa artık biliyordu. Sadece küçük eskiz defteriyle dereceli kalemler alabilmişti. Bu arada önünde bulunduğun evden lezzetli kokular gelmeye başlamıştı. Durup eve bakınca yaşlıca bir kadının gözlemeler pişirdiğini gördü. Kadınla gözleri buluşunca o mavi gözlerdeki vahşiliği fark etti.

 Hızla yüzünü çevirip yürümeye başladı. Dalgınlaştığı için karşıdan birinin geldiğini de görmüyordu. Bir anda ona çarpınca kız ne olduğunu şaşırdı. Ama sonra çarptığı kişiyi tanıdığını anladı. Gözleri ışıl ışıl oldu.   “Ah, merhaba!”

Yılkan bir süre hiç konuşmadan kıza baktı. “Merhaba,” dedi ardından, düz bir ifadeyle. Zeynep’in gülümsemesi üzerine sözlerine devam etti. “Bundan sonra yürürken yola baksan daha iyi olur,” 

“Biraz dalmışım, o yüzden seni görmedim. Nasılsın?”

“İyiyim,” demekle yetindi genç adam.

Zeynep onun pek konuşkan biri olmadığını anlamıştı yine de onunla sohbet etmeyi sevdiğini fark etti. Hem bir kere ona fazlasıyla minnet duyuyordu. Alnındaki yara bandına bakınca dün olanlar bir kez daha aklına gelir gibi oldu. Düşüncelerini dağıtmak için konuşmaya devam etti. “Benimle kahve içmek ister misin, tabi bir işin yoksa?”  

Genç kız onun ne cevap vereceğini merak ederek siyah zeytin tanelerini andıran gözlerine baktı. İçinden “Ne güzel gözleri varmış, üstelik sürme çekilmişe benziyor,” demekten kendini alamadı. Sonra gereğinden fazla ona baktığını fark edip bakışlarını çekti.

Bir ara Yılkan’ın, “Biraz işim var,” dediğini duydu. Kız şimdi ona bakamıyordu yine de Zeynep’in yüzü ister istemez düştü. Ama sonra, birden Yılkan sözüne devam etti. “Yine de bir kahve içebiliriz,”  

İkisi küçük bir kafeye geçip Türk kahvesi içerlerken konuşan genellikle Zeynep oluyordu. Onun kasabanın biraz uzağında, yaşlı bir adamla beraber oturduğunu anca öğrenebilmişti. Zaten pek başka bir şey de anlatmamış, kızla ilgili katiyetle bir şey sormamıştı. İkisi konuşurlarken bile daha çok genç kızı izliyordu. Zeynep onun ne düşündüğünü merak ederken buldu kendini ve neden bu kadar az konuştuğunu da bilmek isterdi. Genç adam tam bir sır küpü olmalıydı. Kahvenin ardından ikisi kendi yollarına gittiler.

 

***

 

Hava kararmış, yorucu bir günün ardından eve dönüyorlardı. Kamyoneti süren Naci’ nin bakışları arada bir yanındaki Yılkan’ a kayıyordu. “Bir süredir çok somurtkansın. Canını sıkan bir şey mi oldu?” Yılkan ifadesiz şekilde farların vurduğu toprak yola bakıyordu. “Hayır, bir şey olmadı. Sen de bu aralar fazla endişeli görünüyorsun.”

Naci gülümsedi, bir yanıt vermeyip yola odaklandı. Arabayı evin önüne park ettiğinde yorgun görünüyordu. “Ben hemen yatacağım. Acıkırsan dolapta biraz yiyecek var, ısıtabilirsin,” dedi kapının kilidini açarken. Yılkan da onun ardından içeri girdi. Üstüne eşofman geçirip bahçedeki hamağa kuruldu. Gecenin sessizliğini mızıkayla böldü. Dalgın halde ışıltılı gökyüzüne bakarken gölgelerin ne yaptığını merak ediyordu. Son olanlardan sonra bir tanesi bile görünmemişti. Başlarının dertte olmamasını diledi. Bir süre sonra hafifçe sallandığı için göz kapakları ağırlaştı, elindeki mızıka kayıp yana düştü. Sonra bir kedi miyavlaması işitti, bir derdi var gibiydi. Doğrulup etrafa bakındı, ses dışarıdan geliyordu. Bahçeden çıkıp usulca sese doğru ilerledi. Birkaç binayı geçtikten sonra boş arazide çalıların içinde yavru, siyah bir kedi gördü. Ürkek gözlerle etrafa bakıyordu. Yılkan gülümseyerek kediyi ellerinin arasına aldı. “Kayıp mı oldun kedicik?”

“İşte, bu işe yarar demiştim size.”

Yılkan arkasını dönünce üç kişinin yaklaştığını fark etti. Bunlar ormanda kavga ettiği çocuklardı. “Bunun için kediyi kullanmanıza gerek yoktu,” dedi soğuk bir şekilde. Gözlerine düşen gölgeler Yılkan’ ı hırçın ve tekinsiz gösterse de diğer üçlü bunu umursamayıp sinsi bakışlar atıyordu. Yılkan kediyi yere bırakırken Hasan aniden saldırıya geçti. Elindeki sopayla Yılkan’ ın sırtına vurdu. Düşmekten son anda kurtulan Yılkan dengesini sağlamayı başardı. Sırtı fena halde yanıyordu. Hasan bir kez daha sopayla vuracakken kolundan tutup onu engelledi. Dizine bir tekme savurunca oğlan yere çöktü. Aynı anda diğer ikisi birden sopalarla saldırdı. Karnına darbe yiyen Yılkan geriye savrulup yere düştü. Selim ve Harun kollarından sıkıca kavradılar. Hasan yüzünde pis bir sırıtış ile yaklaştı. Yılkan’ ın saçlarını sertçe tuttu. “Bizi küçük düşürmeni sana ödeteceğim.”

Yılkan sadece meydan okuyan gözlerle bakınca Hasan iyice öfkelendi. Onun korkuya kapılmasını, yalvarmasını istiyordu. Alay edebileceği bir malzeme çıkmayınca Yılkan’ ın midesine bir yumruk geçirdi. İki büklüm olan Yılkan debelendi, tam ellerinden kurtulmuştu ki doğrulmaya fırsat bulamadan Hasan dizini sertçe yüzüne geçirdi. Yere düşen kan damlalarıyla birlikte Yılkan’ ın gözleri yaşardı. Ayaklarındaki enerji birden kesilmiş gibiydi. Ellerini yüzüne kapatmış vaziyette yana doğru düştü. Hissettiği keskin sancı herhangi bir şey düşünmesini önlüyordu. Hasan bununla da yetinmedi, gerilip tekme savurdu. Hedefi tutturamadan bir şey kendisini engelledi. “Ahh!” Bir gölge Hasan’ ı son anda yakasından tutup çekmiş, yere fırlatmıştı. Birkaç saniye içinde diğerleri de kendini yerde buldu. Ne olduğunu anlayamadıkları için korku içinde, topallayarak kaçıştılar.

Her yeri sızlayan Yılkan acı bir ifadeyle bakıyordu. Gölgeler ona yaklaştı, bir tanesi eğilip yüzüne baktı. “Olamaz, hiç iyi görünmüyor.” Diğer gölgelerin her birinden hayret ve öfke nidaları yükselince onları susturdu. Telaşla etrafa bakındı, kimsenin olmadığını görünce Yılkan’ ı kollarına alıp kaldırdı. Yılkan bir kez daha havada süzüldüğünü hissetti. Konuşacak hali olmadığı için bir şey diyemiyordu. Üstü başı kan olmuştu. Gölgelerden biri önden gidip evin kapısına şiddetle vurunca Naci sıçrayarak uyandı. “Yılkan!” diyerek kapıya koştu ve onu yerde kanlar içinde bulunca telaşa kapıldı. “Ne oldu böyle, aman Allah’ ım.” Hemen içeri girip ilkyardım malzemelerini çıkardı ve gerekli önlemleri aldıktan sonra Yılkan’ ı kamyonetin ön koltuğuna yerleştirip, emniyet kemerini taktı. Gaza basıp aracı hastaneye doğru sürdü.

Her yer karanlıktı, önce bir takım tanıdık sesler geldi kulağına. Ardından tekrar acıyı duymaya başladı.

“Biz yokken bu olanlara inanamıyorum.”

“O veletlerin kaçmasına izin vermemeliydik.”

“Saçmalama! Yılkan’ ın başı daha da mı belaya girsin. Hem bu olanların sebebi o karanlık varlık olabilir. Yoksa onu niye bu kadar hırpalasınlar.” Gölge dönüp bakınca Yılkan’ ın uyandığını fark etti. “Gördünüz mü uyandırdık işte,” diye çıkıştı diğerlerine.

Yılkan neler olduğunu hatırlayınca ve nerede bulunduğunu anlayınca şaşkına döndü. “Beni kurtardınız,” dedi doğrularak. “Onlara ne oldu?”

“Bu durumda hâlâ onları mı düşünüyorsun?” dedi pencerenin dibindeki gölge.

Dışarıdan ayak sesleri gelince Yılkan yanıt vermedi. Acısını belli etmemeye çalışıyordu.  Naci Yılkan’ ın uyanmış olduğunu görünce sevindi. “Dinlenmelisin, kalkma hemen. Çok korkuttun beni. Kim yaptı bunu?” Adamın yüzünde endişe ve öfke vardı. Yılkan sessizce onun gözlerine bakıyordu. Ne demesi gerektiğinden emin değildi. Araya giren gölgeleri duymazdan geldi. “Söyleseneee!” diye isyan etti biri.

“Bilmiyorum, yüzleri kapalıydı. Göremedim kim olduklarını.”

“Emin misin?” dedi ihtiyar şüpheci bir şekilde. Yılkan’ ın farklı bir şey demeyeceğini anlayınca üstelemedi. “Neyse ki kırık yok, ucuz atlatmışsın. Bugün burada kalman gerekiyormuş. Doktor birazdan gelir.”

Yılkan yanağındaki ve burnundaki şişlik yüzünden pek rahat konuşamıyordu. “Tamam, teşekkürler ilgilendiğin için,” dedi. Naci tekrar uzanmasına yardım edip saçlarını karıştırdı. “Sersem, sen oğlum gibisin. Tabi ki ilgileneceğim.”

Yılkan gülümsemeye çalıştı. Naci dinlenmesi gerektiğini söyleyerek onu yalnız bıraktı. Yılkan gerçekten de yorgundu, gözlerini kapatmıştı ki gölgeler tekrar söylenmeye başladı. “Uyuyacağım, uzatmayın artık,” diye mırıldandı.


Gidilemeyen Gezi 🙄

   Bugün için bir ay önceden bir turla görüşmüş yer ayırtmıştım. Çok da hevesliydim ama ben ne zaman bir şey istesem en küçük şeyler bile ol...