21 Nisan 2024 Pazar

Gidilemeyen Gezi 🙄

 

 Bugün için bir ay önceden bir turla görüşmüş yer ayırtmıştım. Çok da hevesliydim ama ben ne zaman bir şey istesem en küçük şeyler bile olumsuz sonuçlandığı için bu duruma şaşırmadım. Sanırım talep az diye gezi iptal edilmiş ama bana haber vermeyi akıl edememişler. Sabah sürekli mesaj atıp aramama rağmen yanıt veren olmadı. Haliyle sinirlendim, yanımdaki bir akrabam kendi telefonundan arayınca açtılar, telefonu alıp söylendim ben de. Gezinin iptal olduğuna dair mesaj almadınız mı dedi telefondaki kişi. Aldım da keyfimden sabahın köründe, soğukta bekledim sanki.

 İnstagramdan da yazdım, sonra dönüş yaptılar, kusura bakmayın, hata olmuş, telafi edelim diye. Ücretsiz olarak başka yere götürmeyi önerdiler. Ücretimi geri alayım başka şey istemem, zahmet etmeyin dedim. Artık hevesim de kaçtı o turla bir yere gitmem. Ödeme de geri yapıldı az önce. Akrabam da bir gün arabaya atlayıp beraber gideriz, boş ver turu muru dedi. Havalar biraz daha düzelsin, birkaç akraba birlikte gitmeyi planlıyoruz. En azından kafamız rahat dolaşırız.

 Anlamıyorum böyle basit bir mesele bile nasıl hallolmuyor? Millet günlerce tatil yapar, gezer bir şey olmaz. Günübirlik gezi planı bile burnumuzdan geldi. Neyse, kısmet değilmiş. 

16 Nisan 2024 Salı

Kış Bahçesi (Kitap)

  



 Bir süredir okuma konusunda yavaşım, Ramazan ve bayram derken günler çabuk geçmiş. Yazardan okuduğum ilk kitaptı bu, oldukça sevdim ben. :)

  Aziz kendi halinde, yalnız yaşayan ve bir süredir bir şey yazamayan bir yazar. Geçimini zor sağladığı bir dönemde gizemli bir telefon alır ve verilen adrese gider. Bir iş teklifi alır ama buna anlam veremez, bir genç kızı takip edip, gün içinde yaptığı şeyleri rapor etmesi istenir ondan. Başta karşı çıksa da kabul eder, kız gezer o gezer, notlar alır. Günler geçtikçe Aziz yaptıklarında bir anlam bulamaz ve işi bırakmaya karar verir. 

 Harun ise hayatın içinde oradan oraya savrulan biri. Ailesini terk etmiş, eski okul arkadaşlarının izini sürüyor. Umutsuzca onları ararken aslında bir amaca tutunabilmenin kendisine sarılıyor. Ailesiyle, geçmişiyle, kendisiyle bile barışık biri değil. Bir adım atsa da bazen devamını getiremiyor, yılmış sanki. 

 Aziz karakteri bana doğal ve samimi geldi. Detaylara çok takılması, kafasının içinde dönen düşünceler ve hayaller, düşündüklerini çoğunlukla bir süzgeçten geçirip de kendini daha yalın ifade etmesi bana biraz kendimi anımsattı. Karakterin kendine has bir duruşu var, okurken ondaki farklılığı hissedebiliyoruz. Biraz da belirsiz bir karakter olduğu için sonraki kararını, hamlesini merak ettim hep.

  Yazarın üslubunu çok beğendim. Cümlelerinin insanın içine dokunan bir yanı var. Kitap boyunca farklı bir tat aldım. Aziz ve Derya'nın sohbetleri çok ilgimi çekti. Birbirinden çok farklı iki insanın bir noktada kesişen yolları ve birbirlerinin hayatlarına olan etkilerini ilgiyle okudum. Özellikle Aziz'in yoğun iç dünyasının bu şekilde ön planda tutulmasını sevdim. Sayfalar ilerledikçe konunun nereye bağlanacağını merak ettim, beklenmedik ve etkileyici bir sonla karşılaştım. Artık yazarın diğer kitaplarını da okumak istiyorum. :)


Kendimden sakladığım rahatsızlığım kendim tarafından fark edildi, sanırım dün gece, sanırım bu sebeple keyifsizim bugün, sanırım anlatmayacağım hemen.


Vakit önemli, artık tamamen kendisine ait de olsa, önemli. İnsan kendisine ait olana mı daha hoyrat davranır yoksa.


Yorgunluktan halının üzerine yığılmak üzereyken, saat sabaha doğruyu gösterirken ve gözlerim kızarmış, içim tıka basa yeni kelimeler üretemeyen bir kalbin kısırlığı ve üretme ihtimalinin umuduyla doluyken, seviyordum kendimi, katıksız, güvenle, merhametle.


Bazı insanların kalbi çatlaklarla doludur. Yaşananların pek önemi yoktur, o çatlakların kapanması için olması gerekenler olmadığı müddetçe, yaşanan her şey o çatlakları büyütür.


13 Nisan 2024 Cumartesi

Manga Okuyorum (JJK)

 


 Günlerdir fırsat buldukça Jujutsu'nun mangasını okuyordum, sonunda güncele geldim. Zaman zaman manga yazarı Gege'ye kızarak, söylenerek okudum yine de hakkını yemeyim hayal gücü ve zekası kendini belli ediyor. Tabi aksiyon sahneleri mangada çok anlaşılmıyor, animesinin devamı gelse de izlesek. Yazım biraz spoiler içerecek. (manga-sehri.com sitesinden okudum, görseller da oradan alıntıdır.) 

 Bir sürü yeni karakter eklenmiş, bazılarını sevdim, bazılarını hiç sevmedim. Yine de hepsi (neredeyse hepsi) bir amaç için eklenmiş, Lanetler Kralı Sukuna'nın güç kaybetmesine katkıda bulunmak için. Bu Sukuna yüzlerce yıl önce yaşamış, çok güçlü ve yenilmez biri. Planını ağır ağır işleyip Gojo'ya en hasar verebileceği şekilde kendini donatıyor. Tabii özgüvenin vücut bulmuş hali olan beyaz saçlı mavi gözlü Gojomuz yine havalı bir şekilde sahneye çıkıyor ve beklenmedik bir saldırıyla karşılaşıyor. 

 Gege'nin Gojo'yu sevmediğini zaten biliyoruz da neden bu kadar Sukuna'nın tarafında anlamıyorum. Eğer animenin 3.sezonuna yetişirse bu bölümler, heyecanlı bir dövüş bizi bekliyor olacak. En çok bu dövüşü sabırsızlıkla okudum. Burada da anlıyoruz ki Megumi ruhsal açıdan İtadori kadar dayanıklı değil, İtadori yüz kere düşse de tekrar kalkan biriydi, hatta taşıyıcısı olan Sukuna'nın bile dikkatini çekti bu durum. Megumi'nin sonu ne olacak bilmiyorum ama durumunun iyiye gitmesini çok istiyorum. Çünkü animede kendime en yakın hissettiğim karakter oydu. Biraz içine kapanık da bir yanı var, her şeye mesafeli olunca yediği duygusal darbe onu İtadori'ye göre çok daha etkilemiş görünüyor. Dibe düştü, birileri çıkarabilir mi onu bilmiyorum. Öğrenmek için manganın devamını bekleyeceğim mecburen. İtadori de güçlenmeye devam ediyor ama sanki aniden olmuş gibi görünüyor. Onun bu güçlenme aşamasının daha detaylı işlenmesini isterdim. 

 Sukuna ve Gojo dövüşü öncesindeki olaylar biraz uzatılmış gibi geldi bana. Yeni karakterlerle çok bağ kuramadan hepsi birer birer dökülmeye başladı. İtici bulduğum karakterlerin dökülmesine sevindim gerçi orası ayrı. :)

 Jujutsu Kaisen diğer animelere göre biraz farklı. Bazı şeyler hızlı gelişiyor. Mesela çok üzücü olabilecek sahneler üzerinde bile çok durulmadığı için okurken kendinizi hooop başka bir olayın, durumun içinde buluyorsunuz. Dramı pek hissettirmiyor yani, olumsuz gibi görünse de gereksiz şekilde acı ve dramı uzatmıyor. Karakterler geçmişe saplanıp kalmıyor, amaçlarına yönelik harekete geçiyorlar bir an önce. Bu da karakterleri olduğundan daha duygusuz gösterebiliyor. Gojo'yu küçümseyen çok okuyucu/izleyici de var mesela. Bence o bu kişiliğe ile benzersiz biri. Her üstün karakterin aynı davranmasını, her şeye ağlayıp sızlamasını bekleyemeyiz. Gojo'nun başkalarına benzemeyen, rahat ama temkinli, yalnız ama buna aldırmayan, insanlara karşı beklentisiz ama korumacı olan yönünü çok seviyorum. Bu da onu üstün ve ulaşılmaz bir seviyeye taşımış. Ulaşılmaz derken etrafında onu anlayabilen, ona ayak uydurabilecek biri yok.

 Sonuç olarak manga benim açımdan üzücü bir yere doğru gidiyor. Devamında ne olur bilmiyorum ama Gege'nin yaptığı o şeyi geri almasını umuyorum. Bu kadar gıcık bir manga yazarı görmedim. Biraz da iyilere çalışsın canım bu ne? 😅 


  
 Böyle anlamlı bir sahne eklenmişken devamında önemli bir gelişme (dramatik) olmasını beklemiştim, burası bile hızla geçilmiş, Gojo'nun neden sarıldığı belirsiz, tabi onu iyi tanıyanlar niyetini anlayabilir.


 Megumi'nin ruhunda açılan hasar... İtadori'ye rağmen dipten çıkamayacak gibi. Umarım yaşam amacını bulur tekrar.


   
 İtadori 2.sezondaki çöküşlerine rağmen iyi toparlandı, bundan sonra da yıkılmaz gibi geliyor. 

5 Nisan 2024 Cuma

Rüya Günlükleri 3 (Hikaye)

 


 Not: Serinin öncekilerden bağımsız 3. öyküsü. Mushishi animesindeki ışık nehrinden ilham alarak yazdım. Görsel de animeden bir sahne.


 (Eray, makinist, 37 yaşında) 


 Gün batmak üzereyken sıradaki istasyona yaklaştım. Bu şehre her geldiğimde tedirgin hissediyordum. Nedenini anlamasam da kötü bir şey olacağı hissi içimden çıkmıyordu ve buradan ayrılınca rahat bir nefes alabiliyordum.

 Gün sonunda yorgun halde eve döndüğümde çocukların uyumuş olduğunu gördüm. Eşim Hande ise sofranın başında bekliyordu, geç kalmama rağmen gülümsedi. Hemen yemeğe geçtik, ardından o meyve getirene kadar uzandığım kanepede uyuyakaldım.

 Gece karanlığında, rayların üstünde son sürat giderken telaşa kapılmış haldeydim. Beni huzursuz eden o istasyona hızla yaklaşıyordum ve treni hiçbir şekilde yavaşlatamıyordum. Koca trende yapayalnız olduğumu fark edince tedirginliğim daha da arttı, kimseyle iletişime de geçemiyordum, cihazlar çalışmıyordu. Soldaki tepe de geride kaldığına göre birkaç dakika içinde istasyona varacaktım.

 İyice elim ayağıma dolaşmıştı ki istasyona varmamla trenin aniden durması bir oldu. Hızımı alamayınca yere düşüp yuvarlandım. Telaşla dışarı çıktım ama ortalarda kimse görünmüyordu, terk edilmiş bir yere düşmüş gibiydim. Gecenin karanlığında uzaklardan vuran bir ışık huzmesi dikkatimi çekti. O yöne gitme konusunda dayanılmaz bir istek duydum. Merakım ağır basmıştı, istasyonu aşıp köşeyi döndüğümde bir ışık nehri ile karşılaştım. Nerede başladığı ve bittiği anlaşılmayan nehre büyülenmiş gibi baktım. Bu, dünyaya ait bir manzara olamazdı. Işık demetleri gözlerimi alıyordu ama başka yöne bakarsam nehri gözden kaybedebilirdim. İşte bunu göze alamıyordum.

 Birden uyandım, nerede olduğumu algılamaya çalıştım. Gözlerimde hafif sızı vardı, güneşe çok baktıktan sonra etrafı bir süre düzgün göremeyiz ya aynı şeyi yaşadım. Birkaç saniye gözlerimin ortama alışmasını bekledim. Hande de o sırada meyve tabakları ile çıkageldi. “Ne o, uyudun mu yoksa? Gözlerin de kızarmış, uykusuz kalmamaya dikkat et,” dedi.

 Gördüğüm rüya o kadar sıra dışıydı ki aklıma kazanmıştı. Bir yandan elma yerken telefonu elime aldım, hemen günlük uygulamasını açıp rüyayı detaylarıyla yazdım. Hande’ye rüyamdan bahsedince yorgun olduğum için öyle karmaşık şeyler görmüş olabileceğimi söyledi. Belki de haklıydı.

 Ertesi gün son sefere çıktığımda, o garip istasyona yaklaşmak bu kez beni germedi. Aksine içimde bir kıpırtı başladı, ışık nehri aklımdan çıkmıyordu. Dans edercesine kıvrılarak akan ışık demetleri ruhumu aydınlatıyor gibiydi. Sonra basit bir rüyanın bende böyle bir etki yapmasını yadırgadım. İstasyona yaklaştığımıza dair anons yapıldı ve yolcular her zamanki gibi inmek üzere hazırlanmaya başladılar.

 Treni durdurduğumda yolcularla birlikte inmemek için kendimi zor tutuyordum. Gidip bir baksam ne kaybederdim. İçimdeki sesi bastıramıyordum, dışarı çıkmak üzereydim ki yardımcı makinist nereye gittiğimi sordu. Bir yanıt vermeden geri döndüm, sorgularcasına yüzüme bakmayı sürdürdü. O an kararımı verdim, en azından izin günümde gelip burada rahatça dolaşabilirdim.

 O gece evde bizimkilerle bir süre vakit geçirdim. Çocuklar bugün oldukça hareketli ve neşeliydi. Sonunda onları yatağa yatırdığımızda esnemeye başladım. “Geç olmuş, hadi biz de yatalım,” dedi Hande.

 “Yarın izinliyim ama istersen birlikte film izleyelim. Ne zamandır diyordun.”

 Hande gülümseyip bana sarıldı. “Olsun, başka zaman izleriz. Yorgun görünüyorsun, çocuklar da rahat durmadı bugün.” Gerçekten de öyleydi, başımı yastığa koyar koymaz gözlerim ağırlaşmaya başladı.

 Işık nehrinin çok daha yakınındaydım. Nehrin derinliğini anlamak güçtü. Işıltı adeta başımı döndürüyordu, dünyanın geri kalanı silinip gitmiş gibiydi. Bakmaya doyamadığım manzarayı sadece gözlerimle değil adeta tüm duyularımla algılıyordum. Nehrin sesi yumuşacıktı, tamamen gevşemiştim, dünyevi dertler benden uzaklaşmıştı. Nehre daha da yaklaştım, ışığa dokunmak istiyordum. Belki yanardım ama buna değerdi. Bir dokunsam kopmaz bir bağla nehre bağlanacakmışım gibi geliyordu. Yavaşça ışıltılara dokundum, bir ferahlık kapladı içimi. Başımı eğip suya soktum, her yer bembeyazdı, sonra yavaşça başımı kaldırdığımda her şeyin karanlığa görüldüğünü fark ettim. Işık nehrine maruz kalmanın gözleri yiyip bitirdiği bilgisi zihnime aktı.

 Bağırarak uyandığımda gerçekten göremediğimi fark ettim. Her yer zifiri karanlıktı. Eşimin kalkıp telaşla ışığı yaktığını işittim ancak gözlerimdeki sancı devam ediyordu ve en ufak bir ışık dahi göremiyordum. “Eray gözlerin!” diye haykırdı Hande. “Gözlerin tamamen beyazlaşmış."


31 Mart 2024 Pazar

Son Vagon (Kitap)

 


 Yazardan okuduğum ilk kitap. Çorlu tren kazasını konu alıyor.

 Orhan o gün trendedir ve ağır yaralanmıştır. Sağlık ekipleri onla ilgilenirken Orhan kendi iç dünyasında geçmişiyle hesaplaşmakta, bir şeyleri sorgulamakta, ara ara bilincini kaybetmektedir.

 Orhan'ın oğlu Enis haberi aldığında herhangi bir eyleme geçmektense kendi dertlerine döner, sosyal medyada takılır. Sadece annesi Oya hastaneye gider. Oya bir yandan Orhan için endişelenirken bir yandan da oğlunun anormalliğinin farkına varır.

 Orhan kendi ailesinde göremediği ilgiyi kendi oğluna vermeye çalışmış, onun üstüne titremiş ve yetiştirilme tarzı Enis'i bambaşka biri haline getirmiştir.

 Kitaba başlarken daha çok kaza anını okuyacağımı, çok karakter tanıtacağımızı düşünmüştüm ama kaza olayı biraz geri planda kaldı. Orhan ve ailesinin sorunları, iç çatışmaları, sorgulamaları ele alınıyor daha çok. Tuhaf karakterler, yazarın sürekli ve çeşitli mesajlar verme çabası nedeniyle kitap pek içine çekmedi beni. Özellikle Enis sinirimi bozdu. Tamam, yeni nesil daha farklı, sosyal medyaya bağımlı ama bu bambaşka bir şey. Babası ölüm kalım savaşı veriyor onun aklı kendi oyun karakterinde, ne yiyeceğinde. Babasını seviyor da güya, sevdiği hali buysa gerisini düşünemiyorum. Bir de dikkatimi çeken kitap sanki eski dönemi anlatıyor gibi ara ara geçen, şu an pek kullanılmayan kelimelere yer verilmesiydi. Biraz dikkat dağıtıcı buldum.

 Yazarın verdiği kimi mesajlar yerindeydi. Aile bağları, geçmişin geleceği nasıl etkilediği gibi farkındalık sağlayacak kısımlar anlamlıydı. Ama önceden saydığım sebepler yüzünden pek etki bırakmadı bende. Belki başkaları daha çok sever, ilginizi çektiyse şans verebilirsiniz.

 

 Ölümden dönenler değişirdi; ikinci bir başlangıç hakkının ender bir şans olduğunu bilenler, fıtrat gereği yaşamlarına başkalık getirmeye gayret ederlerdi.

 Hatırlamak lanettir Ayfer; bu zamana kadar isteyerek unutabildiklerin için ne kadar şükretsen az... 

 Enis, yalnızca şu son birkaç saatte değil, aslında son birkaç yıldır aynı umursamaz, yılgın, yaşamdan korkan ve kendi sığınağında zihnini meşgul eden bu hayat tarzını benimsemişti. 


27 Mart 2024 Çarşamba

Bir Karakter Meselesi 20 (Mikasa Ackerman)



 Çok sevdiğim kadın karakterlerden biri, Attack on Titan animesindeki Mikasa'dan bahsedeceğim.

 Çocukken yaşadığı bir felaketin ardından Eren'in kendisini kurtarması ve savaşması için haykırması üzerine içinde bir gücün uyandığını hissetmişti. O zamandan beri Erenlerin yanında yaşayan Mikasa kendini Eren'i korumaya adadı, çünkü Eren'den ya da herhangi bir erkekten çok daha güçlüydü. Ele avuca sığmaz, agresif Eren ne zaman kimle kavga etse Mikasa ortaya çıkıp rakipleri fena benzetirdi.

 Eren büyüyüp devlerle çarpışmak için orduya katılınca Mikasa da onu takip etti. O, Eren'i daima izledi, yanında oldu. Mikasa'nın hisleri az çok izleyiciye geçse de Eren'in onu hep arkadaşı yerine koyduğunu gördük. Durum değişecek mi diye hep merak ederek izledim ben de. 

 Mikasa o kadar özgüvenli ve güçlüydü ki devlere saldırmakta hiç tereddüt etmez, onları yıkar geçerdi. Hele de Eren'in başı dertteyse onu kimse durduramazdı. Bazen gözü döndüğü olurdu ama zekası sayesinde hep doğru hamleler yapar, devlere açık vermezdi.

 Aradan geçen yıllarda ikisi de büyüdü, gelişti. Mikasa kararlı yapısı, hızı ve gücüyle hep dikkatleri üzerine çekti. Devlerle ilgili sırlar açığa çıktıkça Mikasa Eren'deki değişimi kaygıyla izledi. Zıtlaştıkları anlar oldu ve Eren'in ağır sözleri Mikasa'yı derinden sarstı. Mikasa, Ackerman soyundan geldiği için farklı özelliklere sahipti. Hizmet ettikleri kişileri koruma içgüdüsüyle hareket eden,  sadık, güçlü insanlardı. Mikasa'nın da Eren'e olan bağlılığının altında bunun yattığı düşünülmektedir. Bana göre Mikasa'nın ona duyduğu sevgi bu bağın asıl sebebiydi.

 Sonunda Mikasa büyük bir yol ayrımına geldi ve doğru bildiği şeyi yaptı. Bu onun için muazzam irade gerektiren bir davranıştı. Karşısında durduğu ve sonuna kadar gittiği şeyi takdir ediyorum. Bu yanıyla Mikasa en sevdiğim karakterlerden biri, çünkü amacına ulaşmak için her şeyi mübah gören insanlardan değildi. Evet çok acı çekti, canı yandı ama sağlam duruşunu bozmadı. Güzel hatıraların hep onunla olacağını biliyoruz. Keşke hislerini açıkça ifade edebilseydi, içinde bulunduğu dünya ve koşullar onun en büyük engeliydi. (gifler: tenor.com) 






26 Mart 2024 Salı

Monte Cristo Kontu II (Kitap)

 


 Bu ikinci kitabı daha severek okudum. Belki de ilk kitapta giriş kısmı ve karakter tanıtımları uzun sürdüğü için biraz sıkılmıştım.

 Monte Cristo Kontu hedefine adım adım ulaşırken herkesin hayatına iyi ya da kötü dokunmaya devam ediyor. Tabii dillere destan zenginliği ve gizemli kişiliğiyle de insanlar arasında sıkça adından söz ettirmeyi sürdürüyor. Nereye gitse gözler onun üzerinde ve o soğukkanlılıkla insanların hayatına müdahale etmeyi sürdürüyor. Tesadüf gibi görünen çok şeyin arkasında o var.

 Savcı Villefort'un hanesinde gün geçtikçe kötü olaylar yaşanmaktadır. Savcı geçmişinden bir düşmanın varlığından şüphelense de kanıtı olmadığı için çaresiz kalmaktadır. Başına gelen musibetleri atlatmanın yollarını arar. Öte yandan sosyetenin ileri gelenlerinden Morcerf kontunun başı da geçmişi yüzünden derde girer. Kontun oğlu Albert babasını felakete sürükleyenin kim olduğunu öğrenmek için can atar. 

 Evlilikte ve sosyal hayatta servet en önemli konu olarak görüldüğü için insanların paradan başka şey düşünmemesi beni baydı biraz. Sürekli para mevzusu dönüyor. Kültürden kaynaklı olacak her şey gurur meselesi yapılıyor, düellolara fazla anlam yükleniyor. 

 Monte Cristo Kontunun intikam almak uğruna adım adım ilerleyişi nereye kadar sürecek bunu merak etmiştim. Düşündüğüm gibi sonlarda biraz bocalıyor ve farklı hislere bürünüyor. 

 Kitabı genel olarak sevdim. Sürükleyici ve merak uyandırıcıydı. Kont her ne kadar intikam alıyor olsa da onun geçmişiyle doğrudan bağlantısı olmayan kişilerin de bundan nasibini almış olması üzücüydü. Gerçi yine bir çoğu paragöz ve açgözlü olmanın kurbanı oldu. Kont zaman içinde, sahip olduğu güç ve ünün kölesi haline gelmiş gibiydi, bu yüzden kendini fazla kibirli bulduğumu da belirtmeliyim. Kendini yaratıcının elçisi olarak görecek boyutta körü körüne intikamına tutunmuştu. En ilgimi çeken Franz karakterinin kitapta bu kadar az yer alması ise kötüydü. 


 Ölü gibi solan Kont'un yüreğine hücum eden kan, ardından boğazına doğru yükseldi ve yanaklarına yayıldı ve gözleri kamaşmış gibi birkaç saniye boyunca etrafına kararsızlıkla baktı. 

 Belki de yüreğim başkalarından daha zayıf olduğu için onlardan daha çok acı çektim, hepsi bu.

 Düşünceler ölmez efendim, bazen uykuya dalarlar ama uyumadan öncekinden daha güçlü bir şekilde uyanırlar.

 Ahlâki yaraların gizlenseler de asla kapanmamak gibi bir özellikleri vardır; dokunulduklarında ağrımaya, kanamaya hazırdırlar; yürekte canlı ve açık beklerler.

 Sevinç, uzun süre acı çeken yüreklerde güneşten kavrulmuş toprağın üzerine düşen çiy gibi bir etki yaratır; yürek de toprak da üzerine damlayan bu iyiliksever yağmuru içine çekse de bunu hiç belli etmez.


18 Mart 2024 Pazartesi

Rüya Günlükleri 2 (Hikaye)

 


 Seriye öncekinden bağımsız 2. öykü ile devam ediyorum. Keyifli okumalar. 😊


(Masal, pastacı, 32 yaşında)


 Son günlerde çok yoğunum, siparişleri yetiştirmek için elimden geleni yapıyorum. Belki stres altında olduğum için dün gece tuhaf bir rüya gördüm. Şu an bunu günlüğüme yazma konusunda bile kararsızım. Sonunda yazmaya başladım.

 İşler içinden çıkılmaz bir hal almış, çıraklardan biri işi ansızın bırakmıştı. İki gün sonra yapılacak görkemli düğünün hazırlıkları fazla mesai gerektiriyordu. Elim ayağıma dolanmışken patronun gelip esip gürleyeceğini sanıyordum. Oysa o yeni bir pastacı çırağıyla çıkıp geldi. Bu kadar kısa sürede nasıl yeni bir eleman bulduğunu sorgulayacak durumda değildim. Adının Altuğ olduğunu öğrendiğim kişi pek genç sayılmazdı, konuşkan birine de benzemiyordu. Ancak koyu renk gözleriyle insanın içini okuyabiliyor gibiydi. Doğrudan o gözlere bakamadım, yapılacak işleri sıraladığımda onaylarcasına başını eğip çalışmaya başladı. Diğer çırak da bana yardım ediyordu, yeni elemana pek dikkat ettiği yoktu.

 Çalışırken ilginç şekilde Altuğ’un hareketlerine gözlerim takıldı. Seriydi ve uzun yıllardır bu işi yapıyor gibiydi ama sanki bambaşka bir alemde, yalnız başına çalışıyor gibiydi. Bir şey demeye, işini bölmeye çekindim adeta. Onun yerine her şeyi Sevil’den istedim. 

 “Bunu fırına atar mısın, vakti geldi.”

 Sevil tepsiyi kaptığı gibi arkadaki fırınlara doğru ilerledi. O anda arkamda bir gölge hissedince tereddütle başımı geriye çevirdim ve onla göz göze geldim. Az daha yerimden sıçrayacaktım. Soğuk görünümüne ek olarak yüzüne yapay bir gülümseme kondurunca gözüme gerçekten ürkütücü görünmüştü.

 “İşim bitti, şimdi sizin için ne yapabilirim? Bir süredir sadece ondan yardım istediniz,” dedi Sevil’i göstererek. Nedensiz bir şekilde sinirlendiğini hissettim.

 “Şey, pasta için küçük süslemeler yapabilir misin? Renkli çiçekler harika olurdu.”

 “Peki, yapacağım.” Diğer tezgaha doğru ilerleyip, malzemeleri çıkarmaya başladı. Neden boğazım kurumuş ve bu kadar gerilmiştim? Bakışlarım birkaç saniye ona takılıp kalınca Altuğ'un kendini kaptırıp hızla çalıştığını fark ettim. Mükemmel bir uyum içinde şiir gibi çalışıyordu, hareketlerinde belli bir ritim var gibiydi. Onu izledikçe hayranlığım artıyordu. Parlak siyah saçları bonenin kenarından dışarı taşmıştı. Uzun boylu ve zayıftı. Böyle birinin neden bu işte çalıştığını düşünmeye başlamıştım. Ansızın durup bana döndü. “Ama siz öyle bakıp dururken nasıl konsantre olmamı bekliyorsunuz?” Çarpık bir gülümseme vardı yüzünde. Şaşkınlıkla bir şeyler geveleyip önüme döndüm. Sonra elindeki kabı buzdolabına bırakmak üzere önümden geçerken yavaşça eğildi ve fısıldadı. “Çok mu merak ettiniz neden bu işi yaptığımı?”

 “Ha-hayır,” dedim donup kalarak.

 “Kötü bir yalancısınız, o halde yarın görüşelim.”

 “Ne?” dedim hayret içinde.

 İşte rüya tam burada sonlandı. Yanlış bir şey yapmış da yakalanmış gibi hissediyordum. Adam o kadar gerçekçiydi ki dünden beri huzursuzdum. Ne demişti? “O halde yarın görüşelim.” Bu anlamsız rüyaya fazla kafa yorduğum için kendime kızgındım. Şimdi güzelce uyumaya gidiyorum. Hiçbir şeyin huzurumu bozmasına izin veremem.

 Sabaha karşı sıçrayarak uyandım. Böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Hemen kalkıp ışığı yaktım, yalnız olduğumu fark edince rahatladım. Perdeyi aralayıp dışarıyı kontrol ettim, şükür ki anormal bir durum yoktu. “Sadece bir rüya,” diye mırıldandım. Masaya, günlüğün başına oturdum. Belki olanları yazıya dökersem kaygılarımın nasıl da anlamsız olduğunun farkına varabilirdim.

 Gece vaktinde bir restorana doğru yürüyordum. Saatime baktım, vakit daralmıştı. Kızlarla sözleşmiştik, güzel bir yemek yiyecektik. Hafif topuklu ayakkabılar şimdiden ayağımı sıkmaya başlamıştı. Birkaç dakika sonra restorana vardım ve garson beni bir masaya götürdü. Masadaki sırtı dönük kişiye yaklaşırken neden kızlardan biri değil de bir adamın orada oturduğunu sorguluyordum. Garson oturacağım sandalyeyi çekince hayretle masadaki kişiye baktım, Altuğ'du. Soğukça gülümsedi, tabii buna ne kadar gülümseme denebilirse. “Gelmenize sevindim, oturun.”

 İtaat etmezsem kötü bir şey olabileceğini sezip yavaşça oturdum. “Ama ben arkadaşlarımla buluşacaktım,” dedim safça. Bakışları keskinleşti. “Ben olduğumu bilseydiniz gelmezdiniz değil mi?” Sorgulayan bakışları yutkunmama neden oldu. “Dün de dediğim gibi sizle görüşmek istedim.”

 “Ne hakkında konuşacağız?” dedim. Normal davranmaya çalışıyordum.

 “Şu an buradan kaçıp gitme isteğinizi anlıyorum. Fakat beni dinlemenizi istiyorum. Pastacılık aslında benim uzmanlık alanım, ben yıllardır şefim. En seçkin davet ve balolarda benim imzam vardır. Akıllara kazınan en nefis pastalar bana aittir. Daha büyük hedeflerim için kendime uygun çıraklar aramak maksadıyla dolaşıyorum, rüyalarda tabii. Yani yarın gerçekten sizi görmeye geleceğim. Çırağım olur musunuz?” Altuğ’un yüzü gölgelendi, bakışında gizem ve tehdit vardı. Nefesimi tutmuş onu dinlerken ağzımdan çıkacak her söze dikkat etmem gerektiğini hissediyordum. Soğuk terler dökmeye başlamıştım.

 Hazırlanıp telaşla evden çıktım. Bugün geç kalamazdım, patron az önce aramış, önemli bir mesele çıktığını, detayları gelince anlatacağını söylemişti. Aksi gibi trafik sıkıştı, bir süre vakit kaybedince inip koşmaya başladım. Acaba işimden olmama sebep olacak kadar büyük bir sorun mu çıkmıştı? Nefes nefese pastaneye vardım, kapıyı açıp içeri girdiğimde patronun köşedeki masada biriyle sohbet ettiğini gördüm. Patron beni fark edince yanına gitmemi işaret etti. Derin bir nefes alıp yanlarına gittiğimde Altuğ’u gördüm. Bir anda betim benzim attı ve dizlerim beni taşıyamaz oldu. Çevik bir hareketle kalkıp dirseğimden tuttu. “Buyurun oturun, gereksiz yere telaşlandırdık sizi. Önce dinlenin, konuşacaklarımız var.” Yüzündeki kurnaz, kararlı  ifadeye bakarken kendimi sandalyeye bıraktım. Esas kâbus şimdi başlıyor olmalıydı.


9 Mart 2024 Cumartesi

Bir Karakter Meselesi 19 (Eren Yeager)

 


 Sıra geldi Attack on Titan'dan meşhur Eren'e. Onu tanıtmak pek kolay olmayacak ama bir yerden başlayım bakayım. :))

 Doğduğundan beri surlarla çevrili bir ortamda yaşadı. Devlere rağmen dışarısının nasıl bir yer olduğunu merak eder, özgürlüğe özlem duyardı. Surlar o kadar yüksekti ki devler bile aşamadığı için insanlar güven içinde yaşardı.

 Eren'in babası doktordur, bir gün bir ailenin yanına gittiklerinde çiftin öldürüldüğünü fark ederler. Küçük kızları Mikasa ise kaçırılmıştır. O gün Eren o adamları bulur, Mikasa'yı kurtarır. Aslında daha o anlarda belliymiş Eren'in çaresiz kaldığında her şeyi yapabileceği, sınır tanımayacağı. O andan sonra Mikasa da içindeki gücü keşfeder ve kendini Eren'i korumaya adar.

 Bir süre sonra devler saldırıya geçtiğinde ilk kez surda bir gedik açılır. Bunun olacağını hiç tahmin edemeyen insanlar büyük korkuya kapılır, çok sayıda insan devlerce yenerek ve kalıntıların altında ezilerek ölür. Manzaranın dehşeti Eren'in zihnine kazanır, onun artık tek bir amacı vardır: tüm devleri öldürmek... 

 Eren dostları ile Keşif Birliğine katılır. En güçlüleri olmasa bile Eren öfkesi, cesareti, enerjisi ile içlerinde en zapt edilemez olandır. Tahammülsüz yapısı giderek artar, insanlar uğruna düşünmeden her şeye atılır. (Öyle ki birliktekiler ona intihara meyilli diye lakap takar.) Bir gün devlerle mücadele ederken tam öleceğini düşündüğü sırada bir mucize yaşanır. Eren artık insanlar için tehlikeli ve güvenilmez biridir. Dövüşürken hep son ana kadar direnmesi, çabalaması müthiştir. Fiziksel ve ruhsal anlamda çekmediği acı kalmamıştır. (Hele bir sahnesi vardı tüylerimi dikken diken eden, o nasıl yerden kalkış, sanki deşilen bendim.)

 Eren kendisi uğruna canlarını kaybeden insanları gördükçe hedefine, hayaline daha sıkı sarılır. Ya hep ya hiç anlayışıyla hareket ettiği için bir noktadan sonra çözülemez biri haline gelir, diğerleri karşısında dursa da bildiğini okur. Yaşadığı bazı ilginç deneyimler de onu iyice yakınlarından koparır. Gelecek önünde tüm çıplaklığı ile dururken o geleceği inşa etmek için her şeyden vazgeçer. İçi yansa da durmaz, duramaz. (Ah be Eren...) Karamsar hislerinin, sessiz çığlıklarının dostlarınca bu kadar fark edilmemesi de ayrı bir mesele. Gerçi Eren ne olursa olsun son ana kadar bir şeylerin öğrenilmesine müsaade etmezdi. Eren'i artık içine kapanık, soğuk ve düşünceli görüyoruz. Adeta yaşayan ölü gibi, hedefine kilitlenmiş bomba gibi. Yeni dünyanın kaderini belirmeye kendini adamış...

 Babasıyla ilgili bazı durumlar ortaya çıkınca Eren'in nasıl sıradışı, öngörülemez, baskıcı, beyin yakan biri olduğunu da görmüş olduk. Yok artık dedim, en şaşırdığım anlardan biriydi. Eren'in babası hep doğru olanın peşinde koştu bence. En haklı gördüğüm kişilerden biriydi. Diğer aşağılık kompleksine girmiş insanları doğrultmaya, haksızlığı önlemeye çalışsa da başarılı olamamış. Ta ki o an gelene kadar... (ağır spoiler içerdiği için o anı anlatamıyorum.) Belki de her şeyin başlangıcı olan o an değişmez bir yazgının ürünüydü.

 Animeye genel olarak bakınca Eren'in iradesinin büyüklüğünü görebiliyoruz. Tabi bu irade çok şeye göre şekillenmiş, sebepler birleşip büyük bir sonucu doğurmuş. Çok fazla bedel ödenmiş. Eren'in düşüncelerine katılsam da sonuca ulaşmak için seçtiği yolu yanlış ve anlamsız buluyorum. Bu kadarına neden gerek duydu anlamıyorum. Her şeye rağmen Eren'e üzüldüm, kendisini ve dünyayı böylesine tüketmekten başka çare görememiş, başka bir yol seçebilseydi keşke. Belki de Eren'in bu dönüşümünde herkesin payı vardı. 

 Kadın karakterlerden Mikasa en sevdiğimdi. Doğrudan söylemese de Eren'i sevdiği hep belliydi. Son ana kadar inandığı şeyi yapmasını takdir ediyorum. Animede hiç romantizme yer verilmeden sadece kısa kesitlerle aşkın bu kadar derinden hissettirilmesi de ayrı maharetti doğrusu. 

 Eren karakteri uzun yıllar unutulmayacaktır. Muazzam bir kurguyla birleşen inanılmaz kişiliği, değişimi ile adından çok söz ettirecek gibi. En sevdiğim diyemesem de en etkili karakterlerde üst sırayı hak ediyor bence. (Gifler: tenor.com)







Altıncı Koğuş (Kitap)

 


 Düşündüğümden çabuk bitirdim kitabı, kısa olmasının da etkisi var tabii. Yazarın anlatımını merak ediyordum, sevdim. :)

 Bir kasabada akıl hastalarının yer aldığı Altıncı Koğuş kaderine terk edilmiştir. İnsanlar berbat koşullarda yaşamaya çalışırken tüm bunlara şahit olan Doktor Andrey durumu düzeltmek için bir şey yapmaz. Önceleri sıkı çalışırken zamanla hastaları da umursamaz hale gelir, onlarla doğru düzgün ilgilenmez. Okumayı sevdiği için kitaplarına gömülür, kendini böyle avutur. Kasabada konuşabileceği akıllı kimsenin olmadığından yakınırken Altıncı Koğuştaki İvan Dmitriç ile sohbet etmeye başlar. 

 Aslında eğitimli biri olan İvan icra memuruyken izlendiği sanrısına kapılır. Ona göre bir gün suçlanması, tutuklanması çok muhtemeldir, bu düşünceyi takıntı haline getirdiği için anormal davranışlar sergiler ve kendini Altıncı Koğuş'ta bulur.

 Doktor, İvan'ın diğerlerinden farklı olduğunu anlar, aynı görüşte olmasa bile onun sözlerinden hoşlanır. Sık sık Altıncı Koğuşa gitmeye başladığı ve işlerini aksattığı için zamanla insanlar bunun nedenini merak etmeye başlar.

 Doktorun yaşamadığı şeyler hakkında kolayca yorum yaparken İvan'ın sözleri üzerine hayatında bir şeylerin değişmeye başlaması ilgi çekiciydi. Karakterin bocalaması, düşüşü güzel yansıtılmış. Kitap zaten kısa, bir günde okunabilir. Yazarın üslubunu sevdim, başka kitaplarını da okumak isterim. 

 Dmitriç insanlar hakkında yargıda bulunurken farklı renkleri gözetmeden sadece siyah ve beyaz gibi keskin renkler kullanırdı.

 Her türlü zorbalığın toplum tarafından makul ve yerinde bir gereklilik olarak karşılandığı, beraat kararı gibi her türlü merhamet göstergesinin toplumda tatminsizlik ve intikam duyguları uyandırdığı bir dünyada adaleti düşünmek gülünç değil mi?

 Acıya karşı bağırarak, gözyaşlarımla cevap veririm. Yapılan alçaklıklara öfkeyle, iğrençliklere ise tiksinti duyarak tepki gösteririm. Bana göre bu, hayatın ta kendisidir.

 Acıyı küçümsersiniz, ama parmağınızı kapıya sıkıştırdığınız vakit en yüksek perdeden inlersiniz.


7 Mart 2024 Perşembe

Bir Karakter Meselesi 18 (Levi Ackerman)

 


 Attack on Titan'dan Levi Ackerman'ı saygıyla sunuyorum. 😃 Kendisi Keşif Birliğinin Bölük Komutanı. Animedeki en sevdiğim karakter.

 Öncelikle çocukluğundan başlayım. Küçük yaşta bir başına kalıp alt tabakada güçlükle varlığını sürdürmeye çalışırken Kenny denen kişi istemese de onu yanına alır. Çünkü Levi o kadar çelimsizdir ki ölmek üzeredir. Kenny, Levi'ye hayatta kalmanın yollarını öğretir, onu bir haydut gibi yetiştirir. Levi kısa sürede dikkatleri üzerine çekmeyi başarır.

 Aradan geçen yıllarda Keşif Birliğinde kendine yer bulur ve üst konuma yükselir. Komutan Erwin'e hep saygı duyar ve emirlerini başarıyla yerine getirir. En iyi askerdir ama kendine has tarzını asla bozmaz. Sinirlidir, güldüğü görülmemiştir, azimlidir, durmak nedir bilmez, sert çıkışları yüzünden çekinilen biridir. Ufak tefek yapısına rağmen sağlam duruşu ve gücüyle herkesi cebinden çıkaracak biridir. Temizlik takıntısı çocukluğunda yaşadığı sefil hayattan dolayı başlamış olabilir. Benden iyi temizlik yapıyor. 😅 Az konuşur, duygularını belli etmez. Yaşadığı en acı kayıplarda bile kendini tutabilmiştir, bu yüzden duygusuz olarak görülür. Kendince haklı sebeplerle Eren'i de birkaç kez dövmüştü mesela. Doğru bildiği şeyi yapmaktan asla çekinmez. Anlaşılması güç biri, yine de herkes ona saygı duyar. Bir bölümde Erwin'in gülümsemesine bile kızmıştı, adama dalacak sanmıştım, o kadarını yapmadı neyse ki agresif adamımız. 😅

 Keşif Birliği sonradan çok değiştiğinde bile o kendi kararlarından vazgeçmedi. Sonuna kadar çabaladı. Komutan Erwin'in ülküsünü benimsedi. Çatışması gereken herkesle çatıştı, mücadele etti. Fiziksel gücü sayesinde aynı zamanda düşman tarafından da korkulan biriydi. Levi, Ackerman soyundan geliyordu ve bu soyun belli özellikleri vardı. Sıradan insanlardan çok daha güçlü, koruma iç güdüleriyle hareket eden, sadakatli insanlardır.

 Düşününce küçük yaştan beri hep mücadele etmiş, ölümden defalarca dönmüş biri. O yüzden mutsuz ve sert görünümünü anlamak zor değil. Bir an olsun rahat bir hayat yaşamamış, her zaman tetikte olması gerekmiş. Adeta kendinden vazgeçmiş, başkalarının idealleri için yaşamış biri. Her ne kadar insanlık için savaşıyor olsa da bence kendini bu konumda tutmak ona yaşama amacı veriyordu. Çünkü başka türlü yaşamayı bilmezdi, söner giderdi. İçindeki bağlılık, enerji, güç onu hep bu noktada tutmuş. Yine de her şey farklı olsaydı, sıradan biri gibi yaşasaydı ne olurdu diye düşünmeden edemiyorum. 

 Seslendirmeni de çok iyi seçilmiş bence. Ses ve karakter bu kadar uyumlu olur. Levi hep konuşsa dinlemekten bıkmam. 😀 (gifler: tenor.com)






Levi çizimim



Gidilemeyen Gezi 🙄

   Bugün için bir ay önceden bir turla görüşmüş yer ayırtmıştım. Çok da hevesliydim ama ben ne zaman bir şey istesem en küçük şeyler bile ol...