Bir süredir hikaye yazmıyordum. Bu hikayeyi de yarışma için yazmıştım, sonuç olumsuz olunca burada paylaşayım dedim. Yarışmalardaki belli kalıplar ileride yıkılır, hayal gücü ve farklı üsluplar da biraz değer görür umarım. İki öykü yazmıştım, diğerini paylaşmayacağım. Başka planlarım var onla ilgili, belki romana dönüştürürüm. Lafı biraz uzattım ama hayal kırıklığımı burada dökmezsem rahatlayamazdım. :) Yarışmalara bir daha katılmayı düşünmüyorum.
Anı Sızıntısı
Serin bir
gecenin koynunda ateş böceklerinin dansını izliyorum. Uçuşan, minik ışık
demetleri o kadar huzur verici ki umut etmekten kendimi alamıyorum. Puslu
geçmişime rağmen mutlu bir gelecek hayali zaman zaman düşüncelerimde kendine yer
bulabiliyor. Manzarayı nefes almadan izliyorum, bir rüzgâr çıkıyor, her şeyi
savuruyor. Hayallerim paramparça...
Oturduğum
kütükten içim titreyerek kalktım. Geriye dönüp baktığımda bahçedeki çınar
gözüme pek tekinsiz göründü. Yaprakların boğuk hışırtısı ve ay ışığının gövdeye
düşürdüğü koyu gölgeler... Hışırtılar giderek yükseldi ve uğultuya dönüştü,
rüzgâr şiddetini artırıyordu. Kararsız halde ayakta dikilirken ince belli bardaktaki
çayın soğuduğunu fark ettim, çayı tazelemeliydim.
İçeri geçerken her
adımımda burukluğum arttı. Kapının kolunu çevirip eve adım attığımda rutubet
kokusu karşıladı beni. Yanından geçerken gömme dolabın kırık boy aynası gözüme çarptı.
Kapağın hafif açık kalışı ve yamuk duruşu hep gözüme batıyordu. Bir anlık
sinirle kapağı sertçe ittim ve yansımama baktım. Aynadaki çatlaklar anılarımdaki
boşluklar gibi karmaşık yollar çiziyordu. Kısa kesim saçlarımın arasında uzanan
belirgin ameliyat izine tiksintiyle baktım. Saçlarımı neden uzatmıyordum
bilmiyorum, beni engelleyen bir şey vardı. Ne zaman bu izi görsem geçmişimden
önemli bir parça koparılmış gibi hissediyordum. Sonunda elimi çektiğimde kapak
menteşesinden çıktı ve gürültüyle yere düştü. Etrafa saçılan cam kırıklarıyla
sonra ilgilenmeye karar verdim, doğruca mutfağa geçtim.
“Biliyor
musun, ilk karşılaştığımız o gün seni
hiç gözüm tutmamıştı.”
“Hadi canım, buna inanmam. Bana nasıl baktığını hâlâ unutmadım.”
“Nasıl bakmışım beyefendi.”
“Asil bir leydi gibi önce beni dikkatle süzüp sonra
nihayetinde yıllardır aradığın prense kavuşmuş gibi hayretle hayranlık arası
bir ifadeyle...”
“Amma yaptın, hayal gücüne bir kez daha hayran
kaldım.”
Sohbeti kesen
kahkahalar kulağıma çalınınca dayanamayıp kıkırdadım. Erkeğin sesini kendi
sesime çok benzettiğim için gülümsemem bir süre sonra soldu. Gördüğüm ve
duyduğum şeyler bana tanıdık geliyordu ama aynı zamanda yabancıydı da. Sanki bir
filmin içindeki başroldüm. Ses benimdi, görüntü benimdi ama hiçbir şey gerçek
değildi. Bunlar ancak kalbimde gizlediğim arzularımın, düşlerimin izdüşümü
olabilirdi. Akıl sağlığımı sorgulamama neden olan bu hayaller peşimi bırakmıyordu.
Buraya geldiğim
andan öncesine dair pek az hatıram vardı. Neden kaçıyorum bilmiyorum ama
buradan gitmek istemiyordum. Kendi ismimi bile anımsamakta zorlandığım oluyordu.
Başıma almış olduğum darbenin bunda etkisi olduğunu varsayıyordum. Belki de
hatırlamamak benim için en iyisiydi.
Camın önündeki
divana oturdum, çayımı yudumladım. Gaz lambasının alevi iyice küçülmüştü. Yalnız
yaşadığım bu ev bazen üstüme üstüme geliyordu. Geçen yıl çıkan küçük yangından
kalma isli duvar öylece duruyordu. Ormancı odayı beyaza boyamakta ısrar etse de
kabul etmemiştim. Hayata temiz bir sayfa açamamışken karaya bürünmüş duvarları
önemsediğim söylenemezdi.
Yaşadığım bu
ıssız yerde sadece birkaç tane komşum vardı. Onlar da sorularını inatla yanıtsız
bırakmam üzerine pek yanıma gelmez olmuştu. Kafam bu kadar karışıkken ve hayatımda
bir değişiklik istemiyorken başkalarının uzatacağı yardım elini nasıl kabul
edebilirdim? Korkularımdan habersizdi onlar. Çoğu gece acı bir fren sesi eşlik
ederdi kâbuslarıma. Bir şekilde hafızamda tüm taşlar yerine oturacak olursa neyle
yüzleşmek zorunda kalacağımdan emin değildim. İçimdeki kötü sesi bir türlü bastıramıyordum.
“Ah uyumuş
bile. Ne kadar da masum görünüyor.”
“Tıpkı melek
gibi.”
“Yavaşça beşiğe yatırayım, bugün çok yoruldu.”
“Annesi gibi pek enerjik. Büyüyünce ele avuca
sığmayacak anlaşılan.”
Minicik eller, kahverengi
saçlar gözümün önüne geldi. Dünyanın tüm dertlerinden habersiz, cennetteymiş
gibi mışıl mışıl uyuyan bir bebek... Gülümsemek istedim ama ansızın burnum
sızlamaya başladı. Çocuklar nedenini anlayamadığım bir şekilde kalbimde kanayan
bir yaraya dokunuyor gibiydi. Hissettiğim şey suçluluk duygusuydu. Nemlenen
gözlerimi silip pencereden yıldızlara baktım. Yorgun hissediyordum, karamsar düşünceler
şakaklarıma ağrı olup yerleşmişti. Gökte bir yıldızın kaydığını görmemle yeni
sesler işittim.
“Nine, nine
sen de gördün mü onu?”
“Dur çocuğum, çekiştirme eteğimi. İlk kez mi kayan
yıldız görüyorsun?”
“Evet! Öykü kitabında resmini görmüştüm ama gerçekte
görmek bambaşkaymış.”
“Tatlı kuzum benim. Kayıp giden sadece yıldızlar olsa
keşke.”
“Hı? Ne demek istiyorsun?”
Ağırlaşan göz kapaklarımı
açık tutmak zorlaşmıştı. Meraklı çocuğa yanıt vermek isterken içim geçti.
Sıkıntılı düşler eşliğinde sabahı zor ettim. Her tarafım tutulmuştu, yüzüme
vuran gün ışığından rahatsız olarak elimi gözlerime siper ettim. Güneşe rağmen
hava serindi, üstüm açık uyuduğumdan üşümüştüm. Kalkıp hemen sobayı yaktım, üzerine
demliği koydum. Sabahları bir demliği bitirmeden kendime gelemezdim. Çıtırdayan
odunlar yavaş yavaş odanın soğuğunu kırıyordu. Mevsim, sıcağı yanında getirmeyi
unutmuş gibiydi; nisan ayına girmiştik halbuki. Ben sade bir kahvaltı sofrası
hazırlarken çay da demini aldı. Dumanı tüten tavşan kanı çayı bardağa doldurdum.
Sobada kızaran ekmeklerin kokusu odayı sardı. Üzerine bir parça yağ sürdüğüm
ekmekten bir lokma aldım. Tam bardağa uzanmıştım ki bir gürültü kopunca
sıçradım. Gök gürültüsünü sağanak yağmur izledi. Gök delinmiş gibiydi, yağmur
durmak bilmiyordu. İçimi bir sıkıntı kapladı, böyle anlar felaket getirirdi
burada. Yine de kahvaltımı yapmayı sürdürdüm. Dakikalar boyunca hızını
azaltmadı yağmur.
İri damlalar
olanca şiddetiyle camları dövüyordu. Pencereye yöneldim, elimle camdaki buharı
silerken karşıdaki yamacın kaydığını gördüm. Dehşet içinde heyelanın, önüne
çıkan evi yıkışını izledim. “Aman Allah’ım!” Her şey birkaç saniye içinde olup
bitmişti. Hızla kulübeden çıktım ve kimsenin zarar görmemiş olmasını umarak
aşağı doğru koştum. Çamurlaşmış zeminde düşe kalka ilerledim, sırılsıklam
olmuştum. En yakında ben olduğum için durumu henüz fark eden olmamıştı.
Ormancının birkaç kilometre ötedeki evine baktım ama görünürde kimse yoktu. Bir
an önce enkaza ulaşmalıydım, kalbim deli gibi atıyordu.
Sesimi
duyurabilecek kadar yaklaştığımda bağırdım. “Kimse var mı?” Tökezleyip yuvarlandım
ve evin büyük kısmı çökmüş olan taş duvarlarının dibinde durabildim. Elim
ayağıma dolanmıştı, kaldırabildiğim ağırlıkları kenara çekmeye başladım. Acı
bir manzara ile karşılaşmaktan korkuyordum. O sırada birinin feryat ettiğini
işittim. Hakan’ın sesiydi bu. Onun evde olmamasına sevinmiştim ama tepkisinden
karısının göçük altında kaldığını anlamıştım. Beni görünce yanıma koştu, şoka
girmiş bir haldeydi. “Ne oldu böyle? Hasibe'ye bir şey olursa yaşayamam.”
“Sakin ol, kurtaracağız
onu!”
Bakışları
normale döndü ve el birliği ile enkazı kaldırmaya başladık. Bir süre sonra çöken
çatının altında kadını bulduk. Baygındı ama oluşan boşluk sayesinde ağır yara almaktan
kurtulmuştu. Sıkışan bacaklarını çıkarmak için çok uğraşmamız gerekti. Tırnaklarımın
kanadığını parmak uçlarım sızlamaya başladığında fark etmiştim. Bu sırada birtakım
görüntüler zihnimde belirince anda kalmak için mücadele etmem gerekti. Şimdi
hiç zamanı değildi. Hakan bütün gücüyle çabalıyordu, o da iyi durumda
sayılmazdı.
Devrilen bir arabadan
duman çıkıyordu. Sızan mazot yerde ince bir çizgi çizerek toprağa karışıyordu.
Arabada sıkışmış bir kadın ve canhıraş halde onu çıkarmaya çalışan biri vardı. Ters
dönmüş aracın dikiz aynasında kendi görüntümü görünce hayrete düştüm. O anda
bir şeyler kafama dank etti. Geçmişte o kazayı yapan bendim, kurtarmaya
çalıştığım kişi karımdı. Dehşete kapılmış halde etrafa bakarken bebeğimizi
gördüm. Birkaç metre ötede kımıldamadan yatıyordu. Telaşla ona doğru koştum, yaşayıp
yaşamadığını bile bilmiyordum. İyi olması için dua ederek onu kucağıma aldığım
sırada araç patladı. Başıma çarpan cisimle gözlerim karardı, sıcak kanın
alnımdan çeneme doğru akışını hissediyordum. Sonra yer ayaklarımın altından
kaydı.
Bunca yıl sonra
gün yüzüne çıkan bu anı beni gafil avlamıştı. Kendimi kaybetmiş halde feryat
etmeye başladım. “Hayır! Olamaz!” Hakan endişe içinde sorgularcasına bana baktı,
delirdiğimi düşünüyor olmalıydı. Hatırlamıştım yitirdiklerimi, neden hayata
küstüğümü, neden buraya kaçtığımı. Derin bir nefes alıp tekrar gücümü topladım.
Sonunda Hasibe’yi sıkıştığı yerden kurtardığımızda gözümden dinmezcesine yaşlar
akmaya başladı. Halime anlam veremeyen Hakan telaşla konuştu. “Senin araban
vardı değil mi? Onu hemen hastaneye götürmeliyiz.”
Yıllardır
araba kullanmıyordum ki kullanamazdım. Başımı telaşla iki yana salladım.
“Anahtarı vereyim, sen kullan.” Şaşırdı ama bir şey demedi, başını sallamakla
yetindi. Anahtarları getirmek üzere hızla oradan ayrıldığımda kafam tamamen
başka yerdeydi. Bunca zaman zihnimde beliren tüm o kesitler kendi anılarımdan
ibaretmiş. Belleğimde oluşan koruyucu bariyerdeki çatlaklar gittikçe büyümüş
sonunda parçalanmıştı. Düşe kalka eve girip çekmeceden anahtarları aldım.
Acımla baş başa kalmak, kendi kabuğuma çekilmek istiyordum ama Hakan’ı o
vaziyette bırakamazdım. Ben bahçeye çıktığımda o da kollarında karısını
taşıyordu. Aceleyle kadını arka koltuğa yatırdık. Yola düştüğümüzde arabanın
silecekleri yağmura yetişmiyordu.
“Delirmiş
bunlar, bizden ne istiyorlar? Korkuyorum!”
“Bela arayan serseriler işte. Az önce yolda makas
atmalarına izin vermedim diye akıllarınca gözümü korkutacaklar.”
“Şunlara uyma demedim mi sana, çekilseydin yoldan.
Başımıza iş açıldı durduk yere. Ben hemen polisi arıyorum!”
“Nereden bilebilirdim böyle olacağını. Atlatacağım
onları bir şekilde.”
“Olacak iş değil. Arkada uyuyan kızımızı unutmadın
herhalde. Dikkatli sür!”
Peşimizdeki iki
arabayı atlatmak için gaza bastım. Büyük ihtimalle alkollüydüler ve işi inada
bindirmişlerdi. Son sürat dar, toprak yola saptım. Araçlardan biri yolu
ıskalayıp düz devam etti ama diğer araç tam arkamdaydı. Neredeyse çarpacak
kadar tampona yanaşmıştı. Ben ağzıma geleni sayarken onun durmaya niyeti yoktu.
Kaçış devam ederken birden direksiyonun hakimiyetini kaybettim. Araba defalarca
takla atıp şarampole yuvarlandı.
Bu anı tekrar
yaşamak canımı yakıyordu. Ailemin kaybına ben sebep olmuştum. Meğer acıya
katlanamayıp hissettiğim suçluluk duygusu ile anılarımı bastırmışım. Aynada kendime
baktığında mavi gözlerimin etrafındaki kırışıklıkların biraz daha arttığını fark
ettim. On beş yıl olmuştu. Ellerimin titremesini önleyemiyordum, sonunda
ellerimi kucağımda birleştirdim. Hakan gaza bastıkça kanım çekiliyor gibi oluyordu.
Bir saat sonra
hastane koridorunda ameliyathanenin önünde bekliyorduk. Sandalyeye kendimi zor atmıştım.
Hakan çaresiz halde volta atıyordu. Bir personel bana yaklaşıp konuşunca dikkatimi
zar zor ona verebildim. Ellerimi işaret etti. “Siz de yaralanmışsınız. Muayene
odasına alalım sizi, isminiz neydi?”
“Hamit Çelik.”
Ellerimi bir
yere sürmemeye çalışarak yerimden kalktım ve personelin gösterdiği odaya geçtim.
Duvarlar bembeyazdı, içerisi rahatsız edici derecede aydınlıktı. Cama bakınca
yağmurun durmuş olduğunu fark ettim. Üşüyordum, çökmüştüm ve kendimi
doğrultacak gücüm yoktu. Zamanı geri alma imkanım olmadığına göre buna
katlanmak zorundaydım. Nasıl unutabilmiştim olanları? Hiçbir şey olmamış gibi
nasıl amaçsız, gamsız yaşayabilmiştim? Şu an oltaya takılmış bir balık gibiydim,
hala suda olan ama hızla yukarıya çekildiği için hiçbir umudu kalmamış... O an
sol yanıma şiddetli bir ağrı girince kalbimden yakalandığımı anladım. Nefes
almakta zorlanıyordum, göğüs kafesim daralmış gibiydi. Sesimi duyurmaya
çalışırken yere kapaklandım. Kalkmak için uğraşırken birinin odaya girip bana
doğru koştuğunu gördüm. “Kalp krizi geçiriyor, doktor beyi çağırın hemen!” Kısa
süre sonra sesler uzaklaştı, her şey karardı.