Kelime Oyununun bu haftaki kelimeleri: çember, sır, beden, deli, bilinç. Uygun kelimeler denk gelince yine eski karakterlerime ait bir öykü yazdım. Savaş Çığırtkanı'nı daha önce okumamış olanlar için spoiler içerir. :))
Ay
ışığının vurduğu sokakta hızlı adımlarla ilerliyor, insanların dikkatini çekmemeye
çalışıyordu. Pelerini sırtında
dalgalanırken yüzünü saklamak için kapüşonunu iyice indirdi. İnsanların
simalarına bile bakmıyor, bakışlarını aşağıda tutuyordu. Tanıdık yüzlerle karşılaşmaya
şu an hazır değildi.
Son olanlardan sonra aradan iki yıl geçmiş, düşünmek
için çok vakti olmuştu. Geçmişi bir enkazdı onun için, bu yüzden kendine yeni
bir gelecek inşa etme niyetindeydi. Geçirdiği o buhranlı vakitlerde zaman zaman
delirmenin eşiğine geldiği olmuştu. Ayağa tekrar kalkmayı her zaman
yanında olan genç kadına borçluydu. Dönüp ona baktığında endişeli olduğunu
gördü.
“Bunu
yapmak istediğine emin misin? İçim pek rahat değil,” dedi Ezva.
Her ne kadar yüzünü gizlemeye çalışsa da parlak
yeşil gözleri dikkat çekiciydi. Ve Canas bu gözlere ne zaman baksa huzuru, yanlız
olmadığını hissediyordu. Canas kararlı bir şekilde konuştu. “Sormana gerek var
mı? Emin olmasam buraya gelmezdim.”
“Eğer yakalanırsan her şey biter.”
“Buna asla izin vermeyeceğim.”
Uzun süredir peşinde oldukları adam onları bu şehre
kadar getirmişti. Saraya bu kadar yakınken Canas’ın pek iyi hissettiği
söylenemezdi ama kendine biçtiği görevi her şeyden çok önemsiyordu. Yıktıklarının
bir telafisi olarak görüyordu bunu. Kalabalığı
aşarken tek derdi burada vakit kaybetmemekti. Farkında olmasa da suçluluk hissi
tekrar gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Hele de babasının ölümü aklına gelince sıcaklamaya
başladı, boğazına bir yumru oturmuş gibiydi. Hislerini bastırmaya çalıştı.
Kendisine çizdiği yol gereği bir süredir gizli
çalışıyor, ülkeye sızan casusların, suçluların izini sürüyordu. Ezva’nın da yardımı
ile onları etkisiz hale getiriyordu. Fakat kimliği açığa çıkacak olursa bu, ülke
sınırlarının bile dışına taşacak büyük bir soruna sebep olurdu.
“Puruna elindeki sahte elçilik belgesi ile saraya
girmeye çalışacaktır. Bu iş için bir Algı Bozucu’nun seçilmesi manidar. Bir
rastlantı sonucu bunu fark etmesem anlayamazdım.”
“O Galnas’ın
elçisi olarak görünüyor. Bunda hâlâ oranın eski liderinin parmağı olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Galnas’ın
yeni lideri barışçı ve uzlaşmacı biri. Böyle bir işe kalkışacağını sanmam. Olsa
olsa bir süre önce zindandan kaçtığını duyduğumuz eski lider yapmıştır bunu. Kardeşleriyle
tekrar taht kavgasına girmek için güç toplama niyetinde olabilir.”
“Onu yakalayıp sorgulamadan bundan emin olamayız
ve Algı Bozucuları konuşturmak hiç kolay değildir.”
Canas’ın yüz hatları gerildi, bakışları sertleşti.
Farkında olmadan parmaklarıyla kılıcının kabzasını sıkmaya başlamıştı. “Ne
olursa olsun onu konuşturacağım.” Ezva, onun bu konuda biraz duygusal davrandığının
farkındaydı. Canas, geçmişteki ihaneti hiç unutmamıştı ve onlardan nefret
ediyordu. “İstersen bugünlük bırakalım. Gece geç vakitte göze çarpmak
istemeyiz. Kalacak bir yer bulalım,” dedi genç kadın. Canas istemese de onu
dinledi.
Puruna ertesi sabah konakladığı handan ayrılınca
atına atlayıp saraya doğru yola koyuldu. Yolu yarılamışken etrafı saran sis
tabakası dikkatini çekti. Önce aldırış etmese de iyice yoğunlaşan sis yüzünden
hiçbir şey göremez oldu. At kişnemeye başlayınca eli hemen kınındaki kılıcına
gitti. Silahını çekip aşağı atladı. Yaklaşan ayak seslerini işitiyordu. “Kim
var orada?”
“Tekrar karşılaştık Puruna.”
Adam yüzünü göremese de sesin sahibini
tanımıştı. “Beni mi takip ettin, ne istiyorsun? Hem adımı daha önce söylediğimi
hiç hatırlamıyorum.”
Birkaç adım daha attıktan sonra Canas’ın bedeni
sislerin arasında açığa çıktı. Yüzü yine kapüşon ile yarı yarıya kapalıydı. Buna
rağmen Puruna onun keskin yüz hatlarını unutmamıştı. Canas bir sır
veriyor gibi gizemli ve tane tane konuştu.
“Gemide ayak üstü sohbet ettiğimiz anı
hatırladın mı? Bir eğitmen olduğunu ve yeni görev yerine gitmekte olduğunu söylemiştin.”
“Doğru, ben de Sarmav Şehri’ne bu yüzden
geldim.” Adam Canas’ın lafı daha da uzatacağını anlayıp sabırsızlanmıştı.
“Yalan söyleyen bir insanı gözlerinden anlarım.
Dahası o gün seni izlerken bir olaya şahit oldum. Gemide kavga çıkaran bir sarhoşa
haddini bildirmek istedin ve onun aklıyla oynadın. Adam geminin batmakta
olduğunu sanıp feryat etmeye başladı. Can simidine sarılıp aşağı atlayacakken
zor durdurdum onu.”
“Adam kafayı bulmuş, bunun benim suçum olduğunu
nereden çıkardın? Hem bu sis de ne böyle, yoksa sen?” Puruna gerilmeye
başlamıştı.
“Daha bitirmedim. Şüphelendiğim için seni izlemeye
başladım. Bil bakalım ne buldum?” Cebinden damgalı bir kağıt parçası çıkardı. “Bunu
posta kuşuyla gönderdin. Durdurmak için onu avlamak zorunda kaldım, yazık oldu kuşa.”
İyice öfkelenen Puruna boğmak istercesine Canas’a
bakıyordu. O ise hiç aldırmadan devam etti. “Bir casussun sen. Eşyaların arasında
belgeleri de gördüm. Lider Duve’nin adını kullanarak Butah’a dair bilgi toplamaya
geldin. Araştırdığımda yolcu listesinde de gözükmüyordun, gemiye kaçak
binmiştin. Seni yakalamak için gemiden inmeni bekledim fakat sen yine kurnazlık
edip kimseye belli etmeden ortadan kayboldun.”
“Bu saçmalıkları
dinlemek istemiyorum. Çekil yolumdan!” Puruna hızla kılıcını savurdu,
yakalandığı için küplere binmişti. “Kimsin sen?” Kılıç darbesinden kolayca
sıyrılan Canas’ın dudakları yukarı kıvrıldı. “Yaşayan bir ölüyüm ben,” dedi kılıcını
kendine siper ederek.
İkisi de oldukça hızlı dövüşüyordu. Yerdeki
nemli, toprak zeminde derin ayak izleri belirmişti. Bir süre sonra Canas ayaklarının
altındaki toprakla birlikte yükseldiğini görünce şaşırmadı. Bunun sadece göz
yanılması olduğunu biliyordu. Öne doğru bir adım attığında yine yerde olduğunu
gördü. İkili arasındaki mücadele devam ederken Canas bu kez gökten üzerine
büyük bir alev topunun düştüğünü gördü. Geçen her saniyede sıcaklık o kadar
artıyordu ki kılıcı tutan eli gevşedi. Geçmişin anısı zihnine hücum etti, yine
yanıyordu. Ateşi hızla yükseldi, elleri titriyordu. Nefes almakta bile
zorlanıyordu. Baskıya daha fazla dayanamayıp kendini yana attığında bacağını
bir şeyin kestiğini hissetti. Acıyla yerde yuvarlandığı sırada Ezva’nın atını
süratle sürdüğünü gördü. Ters bir durumla karşılaşırsa müdahale etmek üzere geride
bekliyordu. Saldırısı ile Puruna’yı bayılttı.
Canas’ın yüzü acıyla kasıldı. Bacağındaki
kesiğe eliyle bastırdı, kanı durdurması gerekiyordu. Sis yavaş yavaş etkisini
kaybediyorken saray savaşçılarının yaklaştığını fark etti. “Kahretsin!” Etrafları
sarılmış, çember içine alınıyorlardı. Atın üstünde ilerleyen Yenira okuyla
nişan almıştı. Canas doğrudan ona saldırılmadığı sürece Yenira’nın karşılık
vermeyeceğini iyi biliyordu. “Teslim olun!” diye bağırdı savaşçı.
Ezva, Canas’ın uzattığı elini tuttu ve onu
yukarı çekti. Hızla oradan uzaklaştılar fakat savaşçılar peşlerini bırakmaya
niyetli değildi. Birkaç uyarı oku yanlarından fırlayıp geçti. Canas arkaya bir
bakış attığında Puruna’nın yakalandığını gördü. Yine de içi rahat değildi, onun
kim olduğunu bilmedikleri için kandırılmaları kaçınılmazdı. İzlerini
kaybettirmeyi başardıklarında Canas düşüncelere daldı. “O adamı öylece bırakamam.
Bir şekilde saraya girmem lazım.”
“Bu
çok riskli, ne söylediğinin farkında mısın? Hem yaralısın, bir yere gidemezsin.”
Ezva hemen bez çantasından ilk yardım malzemelerini çıkarmaya başladı. Canas’ın
başına buyruk, gözü kara hallerine alışmıştı. Yine de gerektiğinde onu dizginlemeye
çalışırdı.
Görkemli sarayda rutin işler devam ederken Puruna
sorguya çekildi. Elçi olduğu anlaşılınca Lider Boratak’ın huzuruna çıkarıldı. Elçi
sıfatıyla Butah’a geldiğini ve saldırıya uğradığını anlattı. Boratak o
konuşurken sessizce dinledi, mavi gözlerinde şüphe vardı. “Saldırganın kim olduğunu
söyleyebilir misin?”
“Üzgünüm efendim, hakkında hiçbir şey
bilmiyorum. Fakat onun Sisle Yıkananlardan biri olduğunu düşünüyorum. Dövüş öncesinde
aniden etrafımızda sis belirmişti.”
“Demek öyle. Bu önemli bir konu.” Lider daha
sonra yardımcısına döndü. “Onun kim olduğunu bulmalısın Yenira. Niyeti neymiş
öğrenelim.”
“Elimden geleni yapacağım.” Yenira o ikisini ellerinden
kaçırdığı için kendine kızıyordu. Liderden izin isteyip huzurundan ayrıldı.
Gece odasına çekilen Boratak durgundu. Odadaki
göz alıcı, özel işlemeli eşyalar üstüne geliyordu adeta. Altın varaklı aynadaki
yansımasına baktı. Kendi yüz hatlarında Canas’ı görür gibi oldu. Şu ana kadar
tanıdığı tek bir Sisle Yıkanan vardı. O da savaşta gözlerinin önünde gitmişti. “Neden
Canas?” diye fısıldadı. Bulunduğu konum sandığından da elini kolunu bağlıyordu.
Sorumluluğun ağır yükünü alacağı her kararında hissediyordu. Üzerinde baskı olmadan,
rahatça hareket edebildiği eski günlere özlem duyuyordu.
İki gün sonra...
Canas gece yarısından sonra sarayın yüksek
duvarlarının karşısında dikiliyordu. Görünmez hale geçmişti ama ilk adımı atmak
zor geliyordu. Yaşadığı yere dönmek hislerini pek de olumlu etkilememişti. Kendi
hayatıyla birlikte pek çok şeyi mahvetmişken şimdi içeriye nasıl girebileceğini
düşünüyordu. Sonunda ne amaçla buraya geldiğini anımsayıp harekete geçti.
Sessizce içeriye girmeyi başardığında özel
misafirlerin ağırlandığı batı kanadına yöneldi. Adımlarının ses çıkarmamasına
özen göstererek karanlık koridorda ilerledi. Puruna’yı yatağında uyurken buldu.
Kuvvetle ağzına bastırdı ve hançerini çıkardı. “Ses çıkarmadan beni dinle. Şimdi
seninle dışarı çıkacağız. Bir hileye başvuracak olursan ölürsün.” Şok içindeki
Puruna başını salladı hemen. Boynuna bastırılan soğuk hançerin derisine girmesine
ramak kalmıştı. Canas adamın ağzını ve ellerini bağladı. Onun da zoraki yardımı
ile kısa sürede dışarı çıktılar. “Sorgu zamanı,” dedi Canas. Sesinden bu anı sabırsızlıkla
beklediği anlaşılıyordu. Soğuk terler döken Puruna içinde bulunduğu durumdan
kurtulmanın yollarını düşünüyordu. Ezva’nın beraberinde getirdiği ata binip uzaklaştılar.
“Çabuk izleyelim onları! Lider Boratak’a da
haber verin,” dedi dürbününü indiren Yenira. Yabancıyı içeriye girerken
görememişti ama Puruna’yı sürüklercesine dışarı çıkarışını fark etmişti. Bu kez
izlerini kaybetmeyecekti.
Ormanın içlerine kadar ilerlediklerinde Canas
takip edildiklerini anladı. Çok sayıda atlı savaşçı peşlerindeydi. Canas işini
riske atmamak için kılıcının kabzasıyla sertçe Puruna’nın ensesine vurdu. Bilinci
kapanan adamı atın sırtına yatırdı.
Uçsuz bucaksız ormanın içindeki kovalamaca uzun
sürdü, Canas iyice köşeye sıkışmıştı. Rotasını mecburen uçuruma doğru sürdü. Artık
kaçış noktası kalmayınca atından indi, kılıcını çekti. Ezva da aynısını yaptı. “Ne
yapacağız?” dedi kararsız halde.
“Vakit kazanmalıyız, onlarla dövüşmeyi ben de
istemiyorum.”
Onlara yaklaşan Yenira atını durdurdu. Kapüşonluları
süzdü, gece vakti yüzlerini görmek de zordu. Bir elinde meşale diğerinde kılıç
ile ikisine yaklaştı. “Gizlice saraya girmenin suçunu biliyorsunuzdur sanırım.
Yüzlerinizi açın hemen!”
Canas sessizliğini korudu. Onun yerine Ezva
konuştu. “Puruna bir casus, o hepinizi kandırıyor.” Yenira atın üstünde yatan adama
baktı. “Siz kimsiniz peki? Bildiklerinizi paylaşmak yerine neden böyle bir yol
seçtiniz?”
“Size daha fazla şey anlatamam,” dedi Ezva
çaresizce.
“Puruna’yı
bırakın, durumu araştıracağız. Yüzünüzü görmedikçe size güvenemem, gitmenize
izin veremem.” Yenira meşaleyi yüzlerine doğru tuttu. Bir işaretiyle yanındaki
savaşçı kapüşonu açmak için elini kaldırdı. Canas o anda kılıcını savurup saldırıya
geçti. Ortalık bir anda karıştı. Yenira Canas’ın hamlesini durdurup onu geri
püskürttü. Kısa süre önce yaralanmış olan Canas dengesini sağlamakta
zorlanıyordu. Bacağına yiyeceği yeni bir darbeden zor kurtuldu. Rakiplerinin
sayısı giderek artıyordu. “Daha nereye kadar bunu sürdüreceksin?” dedi Yenira.
Dakikalar süren çarpışma sonunda Ezva da Canas da nefes nefese kalmıştı. İki tarafın
da birbirine ölümcül darbeler indirmek istememesi dövüşü uzatıyordu.
Canas’ın kafasından pek çok şey geçiyordu,
özel gücünü kullansa çok daha fazla göze batacaktı. Yorgun halde dövüşürken az
ileride beliren Boratak’ı görünce durdu. Kuzeni ile burada karşılaşmayı
beklemiyordu. Boratak’ın sert bakışlarında meydan okuyan bir ifade vardı. Son gördüğünden
beri pek az değişmişti. Sadece yüzündeki eski rahat ifade yoktu.
İçi bir türlü rahat etmeyen Boratak bahsedilen
gizemli kişiyi gelip kendi görmek istemişti. Ülkede çok sayıda Sisle Yıkanan olduğunu
bilse de takıntısından kurtulamıyordu. Karşısındakinin yüzünü görse rahata
erecekti. Atından atlayıp Canas’a doğru yürüdü. Savaşçılar da Canas’ın etrafını
sardı. Boratak az önce onun yüzünü göstermemek için ne kadar çabaladığını
görmüştü. Okunu çıkarıp göğsüne nişan aldı. “Kim olduğunu göster bana.” Canas’ın
eli kapüşonuna gidince yüzünü açacağını düşünen Boratak silahını biraz indirdi.
Canas
her şeyin burada sonlanmasına izin veremezdi. İnsanlar varlığından haberdar olduğu
anda tekrar ruhsal bir yıkıma gireceğini biliyordu. Nefret dolu ve sorgulayıcı bakışlara
maruz kalmayı, hayatının geri kalanını bir hiçliğin içinde yaşamayı istemiyordu.
Yüzünü açtığı anda tüm savunma mekanizması çöker, yaşama arzusu biterdi.
Çevik bir hareketle yanındaki Ezva’yı elinden
yakaladı. Onun ne yapacağını anlayan Ezva direnmedi, onla koştu ve birlikte uçurumdan
aşağı atladılar. Yukarıdakiler arkalarından ateşli oklar atarken Boratak bir
anlığına Canas’ın rüzgarda açılan yüzünü gördü. “Ateşi durdurun!” diye bağırdı.
Lider şaşkındı, hayal gördüğünü düşünüyordu. Bir süredir kafasına bunu taktığı
için yanlış görmüş olmalıydı.
“Bir
şey mi oldu, iyi misin?” dedi Yenira. Boratak uçurumdan atlayan ikilinin gözden
kayboluşunu şok içinde izledi. Sonra kendini toparlamaya çalıştı. “İyiyim, bir
sorun yok. Buradan düşen hiç kimse kurtulamaz zaten gidelim.”
Yüzlerce metre yükseklikten aşağı düşerlerken Canas,
Ezva’yı kaybetmemek için ona sıkıca tutunmuştu. “Üzgünüm!” diye bağırdı. Ezva
korkusunu kontrol altına almaya çalışıyordu. Rüzgarın uğultusu kulaklarını
doldurduğu için Canas’ı zor anlayabildi. Onun gözlerindeki şefkati, pişmanlığı
görünce biraz olsun cesareti yerine geldi. Gücüne odaklandı ve düşmelerine az
bir zaman kala etraflarında saydam tabaka oluşturmayı başardı. Yine de şiddetli
çarpma yüzünden zırh hasar gördü. Canas sırt üstü düşmüştü, acı yüzünden birkaç
saniye hareketsiz kaldıktan sonra gözleri hemen Ezva’yı aradı. Onun birkaç
metre ötede yattığını gördü, kımıldamıyordu. “Ezva!” Telaşla doğruldu,
sendeleyerek yanına gitti. “Uyan lütfen!” Canas ne yapacağını bilemez haldeydi.
Ezva’ya bir şey olduğu gerçeğini kabullenmek istemiyordu. Bir süre sonra yeşil gözlerin
aralandığını görünce derin bir nefes aldı. Genç kadının başını yerden kaldırıp
bağrına bastırdı. “Çok şükür yaşıyorsun. Affet beni.” Nemli gözlerini elinin
tersiyle sildi.
Ezva
güçlükle konuştu. “Her zaman yanında olmaya söz vermiştim. Affedilecek bir şey yok.”
“Sana çok şey borçluyum. Söz veriyorum bir
daha hayatını tehlikeye atmayacağım.”
Ezva Canas’ın yardımı ile doğruldu. “Ben her
şeyin farkında olarak yanında yer aldım. Sen cesur, tutkulu bir savaşçısın. Yapman
gerekeni yapıyorsun ve buna kimse engel olamaz. Ben bile...”
“Ama ben seninle yeniden doğruldum. Şu hayatta
tek dayanağım sensin, seni de kaybedersem bir daha toparlanamam. Hırsımın ve korkumun
gözlerimi kör etmesine izin vermemeliydim. Sen her şeyden değerlisin benim
için, bunu geç anladığım için affet beni.”
Canas’ın bu içten sözleri Ezva’nın onca
zamandır beklediği şeydi. Heyecandan kalbi küt küt atarken ne diyeceğini
bilemiyordu. Sırf onu bunaltmamak için hiçbir zaman karşılık beklediğine dair
bir imada bulunmamıştı. Ezva sevdiği için çabalarken onun tarafından sevilmeyi beklememişti.
Bu durumu o kadar kabullenmişti ki şimdi şaşkındı. Ufukta beliren gün ışığı
adeta içinde açmış gibiydi. Sanki kalbinden dışarı bir şeyler taşıyordu. “Bunları
senden duymak rüya gibi geliyor. Sen benim için hep ulaşılması imkansız bir noktadaydın.
Aklın, ruhun hep başka yerdeydi. Buna rağmen seni sevmekten hiç vazgeçmedim.”
Canas yaklaşıp Ezva’yı başından öptü. Kahverengi
saçlardan yayılan çiçek kokusu içine doldu. En son ne zaman gerçek anlamda gülümsediğini
hatırlamıyordu bile. Mutluluk ona çok uzak bir kavramdı ama şu an tüm dertlerini
geride bırakmış gibiydi. Sahip olduğu güzelliklerin değerini anlamak için ellerinden
kayıp gitmesini beklemeyecekti artık. “Hadi uzaklara gidelim, saklanmamızın gerekmediği
yerlere.”