Sakin bir yaz gecesiydi. Rüzgar, vadi üzerinde gürültüyle
esmiyordu. Ağaçlar, onların yaprakları ve otlar çok az kıpırdanıyordu. Evlerin
ışıkları ise tamamen sönmüştü. Sokaklar bu geç saatlerde tenhalaşır, her şey
bir tür ölmeye yatardı. Ne var ki kasabanın girişindeki ilk evden bir adam
dışarıya süzüldü. Orta yaşını geçkin bu adam pijamalı ve yalın ayaktı. Gözleri
sonuna kadar açılmıştı. Bakışlarında bir donukluk vardı.
Adam yolda ilerlerken evlerden çıkıp ona katılanlar oldu.
Kadın, erkek bir çok kişi. Bazılarının ellerinde küçük boya kutuları vardı. Ama
aslında her biri, yataktan fırlayıp doğruca buraya gelmiş gibi görünüyordu.
Sadece ellerindeki eşyalar tuhaftı. İnsanlar bir yandan birbirleriyle
konuşmamaya dikkat ediyordu. Tek düze sırayı bozmadan yürüyorlardı.
Rüzgar, üzerlerine
yakıcılık getirerek onları sarmaladı. Boğulur gibi bir hisle kasıldılar.
Hareket edemiyorlardı ama sonra esinti uzaklaşıp gitti. Onlar da serbestçe
yürümeye devam ettiler. Küçük bir kasaba olduğu için fazla uzağa gitmediler. Eskiden
okul olan izbe binanın önündeydiler. İlk evden çıkan adam -sanki doğal olarak
bu gruba liderdi- kapıyı açtı. Keskin bir küf kokusu yüzlerine çarptı. Bir kaç
kişi rahatsızlık duyarak geriledi ne var ki kimse gitmedi. Burada beklemek
zorunda olduklarını hissediyorlardı. Hayır, bundan fazlasıyla emindiler. Buraya
davet edilmişlerdi. Heyecan, merak ve biraz da korku; hissettikleri tam olarak
buydu.
Bir uyaran duyduklarından olsa gerek erkekler, kollarını
sıvadı. Yol kenarından buldukları değnekleri de ellerine aldılar. Kadınlar
evlerden getirdikleri kutuları öne çıkarttı. Erkekler değnekleri kutuların
içindeki boyalara batırdı. Toprak dolu, pis zemine garip şekiller çizdiler.
Kadınlar bu desenleri çoğalttılar ve herkes aynı anda uğuldamaya benzer seslerle
bir şeyler söyledi. Ne söyledikleri belli olmuyor, herhangi bir dilde
söylenmişe benzemiyordu. Her şey sadece deli saçmasıydı.
Ne kadar öyle durup tuhaf sesler çıkardılar, belli değildi
ama bu yaptıkları şey ayindi. Şimdi put gibi duran insanlar biliyordu ki
ayinleri başarıya ulaşmıştı. Melanet bir kez daha dünyaya uğramıştı. Tek bir
farkla o da. Melanet, sadece ama sadece karanlık çöktüğünde yeryüzüne
uzanabilecekti. Gece olduğunda onun zamanıydı.
Kasabanın üzerine
çöken kötücül güç ilmek ilmek varlığını örüyordu. İnsanların kalplerine melanet
tohumları ekilmeliydi. O gece, kasabadaki insanlar en korkunç kabuslarını
göreceklerdi ve gördüler de. Bu korkular, o melun varlığa harika güç sunuyordu.
Büyümeye başladığını hissetti, köklerini ruhlarının en derinine saplayacaktı.
Kimse isyan edemesin diye bir şeyler de düşünmeye başlamıştı. Kendisini ayinle
davet eden bir avuç insana neredeyse ironik bir biçimde baktı. Daha doğrusu
eğer bir gözü olsa bakardı.
Neredeyse sabah olmak üzereydi. Gece silinip gün doğarken o
gücünün bir kısmını kaybediyordu. Böyle olmasından nefret ederdi. Kendisinin
sadece bir dokunuşla dahil olabildiği dünyadan da nefret ediyordu. Ama nefret
etmesi iyiydi, bu güçlü duygusu sayesinde diğer herkes de aynı hisleri
paylaşacaktı. Sabah karanlık bir uykuya
daldı. Gece uyandığında çok daha güçlenmiş olacaktı.
***
“Hadi, kalk. Bugün çok işimiz var.”
Yılkan, başında dikilen ihtiyarın sesiyle uyandı. Gece bir
türlü uyuyamadığı için gözlerini açmakta zorlanıyordu, halsizdi. Bir süre kımıldamadan
bekleyince ustası söylenmeye başladı. Yastıktan başını güçlükle kaldıran Yılkan
birkaç kelime edebildi.
“Bugünlük sen önden gitsen olmaz mı? Söz, gelirim ben de.”
Naci onu süzdü, Yılkan her zamankinin aksine solgun
görünüyordu. Ses tonundaki tükenmişlik endişelenmesine sebep oldu. “İyi misin sen?” Eliyle Yılkan’ ın alnına
dokundu. “Ateşin de yok ama pek iyi görünmüyorsun. Acele etme, dinlen güzelce. Bugün
gelmek zorunda değilsin.”
Adamın mavi gözlerinde şefkat vardı. Nasırlaşmış eliyle Yılkan’
ın başını okşadı, gülümsemeye çalıştı. Naci Yılkan’ a çok değer verse de
evladına sevgisini gösteremeyen babalardan farksızdı. Sadece Yılkan için
endişelendiği anlarda böyle ilgili davranırdı. “Teşekkürler,” diye fısıldadı
Yılkan. Naci bir şey demeden ışığı kapatıp sessizce odadan çıktı.
Ona karşı borçlu hisseden Yılkan biraz daha uyuyup toparlandıktan
sonra ormana gitmeye karar verdi. Kısa sürede nefesi yavaşladı, uykuya teslim
olmuştu. Gökyüzü yavaş yavaş aydınlanırken sokağın gürültüsü de artmaya
başladı. Sesler bir uğultu halinde kulaklarına gelince Yılkan aniden gözlerini
açtı. Gölgeleri görmeyi beklemediği için yerinden sıçradı. Onlardan biri
çalışma masasına geçmiş bir şeyler karalıyor, ikisi yere oturmuş Yılkan’ ın cep
telefonunu kurcalıyor, kalanlar da yatağın ucuna oturmuş bekliyordu.
“Ne yapıyorsunuz burada? Korkuttunuz beni. Hey, telefonumu
verin.”
Yerde oturan gölge kafası karışık halde telefonu uzattı.
“Demin bir kez çaldı. Uyanmaman için kapatmaya çalışıyorduk. Bu, yeni
telefonuna da alışmak zor olacak.”
“Saat kaç oldu? Neden beni uyandırmadınız? Ustam
meraklanmış olmalı.”
“Seslendik ama duymadın. Ne uykusuysa bu.” Yılkan yatağın
ucunda oturan gölgenin trip atar gibi konuşmasına aldırmadı. Yataktan çıkıp
üstüne başına çeki düzen verdi. “Sen dün neden çekip gittin? Ne olduğunu
anlatacak mısın?”
Gölgelerin her zamanki gibi olduğunu düşünerek rahatladı, gömleğinin
düğmelerini hızlıca ilikledi. O sırada tüm gölgeler ayaklanıp sessizce beklemeye
başladı. “Önemli bir şey mi söyleyeceksiniz bana?”
“Dün gece tesadüfen garip şeylere tanık olduk.”
“İnsanlar yanlış işlere bulaşıyor.”
“Onlar sanki kontrol altına alınmış gibiydi.”
Şaşkınlık içinde onları dinliyordu Yılkan. “Tüm bunlar ne
demek oluyor? Bir şey anlamadım sözlerinizden.”
Gölgelerden biri hızlıca olan biteni anlattı. Durumun gerçekten
anormal olduğunu kabul eden Yılkan gerilmişti. İnsanlara ne olduğunu merak ediyordu.
Herkes bir anda aklını yitirmiş olabilir miydi?
“Dahası...” dedi gölgelerden biri. Nasıl devam edeceğini
bilemiyor gibiydi.
“Dahası ne?” dedi Yılkan sabırsızlanarak.
“Dahası dün geceden beri sende bir değişiklik var. Ruhunda
leke görüyoruz.”
“Ne? Ne lekesi?” Yılkan şaşkınlık içinde bağırdı. Sesini
kontrol etmekte zorlanıyordu. Gördüğü o kâbustan sonra gerçekten de bir şeyler
ters gittiğine inanmaya başladı. Aklı karman çorman olmuştu, içinde kötü bir his
vardı.
“Karanlık düşmüş ruhuna. Dün her ne olduysa kasabanın
üstüne bir şey çöktü. Bu seni de etkilemiş.”
“Ne olacak şimdi? Bundan nasıl kurtulacağız?”
“Durumu tam olarak anlayana kadar araştırmamız lazım.
Sezgilerimiz bize eski bir düşmanın bunu yaptığını söylüyor.”
“O kim?” dedi Yılkan.
“Bunu söylemek için erken. Sen önce kendin için
endişelenmelisin. Karanlık, ruhunu gittikçe sarmaya çalışacaktır.” Gölge başını
yere eğdi. Böyle bir şey dediği için üzgün hissettiği belliydi. “Belki bize bile
düşman kesilmene sebep olabilir.”
“Bu nasıl mümkün olur? Siz yıllardır en yakın dostlarım
oldunuz. Beni hiç terk etmediniz. Şimdi, tüm bunları yok sayacağımı mı ima
ediyorsun?” Sesindeki incinmişliği gizleyemiyordu. Karşısındaki gölgeye doğru
bir adım attığında bir anlığına aynı kâbusun içinde buldu kendini. Dehşete kapılarak
kendisine doğru uzanan elden uzaklaştı.
Destek olmak maksadıyla Yılkan’ ın omzuna dokunmak üzere elini
kaldırmış olan gölge öylece kalakaldı. İlk kez Yılkan’ ı bu halde görüyordu, elini
yavaşça indirdi. “Anlıyorum, şimdilik gidelim biz. Teslim olmana izin
vermeyeceğiz merak etme.”
Yılkan kâbustan sıyrılıp ne yaptığının farkına varınca kötü
hissetti. Bir şey demek için geç kalmıştı, hepsi gitmişti. İç sıkıntısını
bastırmaya çalışarak hazırlandı ve evden ayrıldı. Naci’ yi arayarak yolda
olduğunu, merak etmemesi gerektiğini söyledi. Normalde ustasının kamyoneti ile giderdi
ama bu kez oraya kadar yürümek zorundaydı.
Ormana vardığında kesim yerine gitti ve çalışmaya başladı. Israrı
üzerine ustası çalışmaya ara verip bir kenara oturdu. Çok yorulmuştu, mendille
alnını, yüzünü sildi. Şişedeki suyu kafasına dikti. “İyi olduğuna emin misin?”
Yılkan baltayı gözüne kestirdiği bir ağaca geçirmişti. Bir
iki saniye kadar durdu. “İyiyim. Çok geç kaldım zaten işe döneyim ben.”
Ayağıyla gövdeden güç alarak baltayı çıkardı ve daha sert bir darbe indirdi.
***
Zeynep seslere
uyandı. Tamamıyla sersemlemiş biçimde duvar saatine baktı ve onun bozulmuş
olduğunu gördü. Kahvaltı masasına oturduğunda başı fena halde ağrıyordu.
Doğrusu asırlardır uyuyormuş gibi hissetse de gerçekte iki saatten fazla
uyumamıştı.
Kahvaltı boyunca
kederli ve suskun olduğundan ailesinin
garipliklerine dikkat etmemiş, onlara geçen gece nerede olduklarını sorma
gereği duymamıştı. Ağabeyi bu kez onunla konuşmaya çalışmış, o ise kendi
kabuğuna çekilmeyi tercih etmişti.
Kahvaltından sonra, odasından dışarıya adımını atmayan
Zeynep'in, elleri resimlerine gitti. Şimdi bir kez daha tuvaline odaklandı.
Pencereden yansıyan manzarayı bir kaç kez çizdi. Her seferinde kağıtları
öfkeyle yere atıyordu. Yerde, buruşmuş kağıtlardan bir yığın oluşmuştu.
Eskiden sanatın
birebir doğadan kopya çekmek olduğunu sanırdı. Ama öyle değildi, taklitçilik
yapmak istemiyor, resme kendi dokunuşlarını katmak istiyordu. Belki de doğru
yerde olmadığından isteğine bir türlü ulaşamıyordu. Biliyordu ki burada ilham gelmeyecekti, bu
yüzden hazırlanmaya başladı.
Omuzlarından aşağıya düşen saçları salınık bırakmış, başına
da hasır bir şapka geçirmişti. Beyaz bir bluzla siyah etek giymiş, ayaklarına
taba rengi sandaletlerini geçirmişti. Resim malzemeleri içinse genişçe bir
çantayı yanına almıştı. Çanta neredeyse ağır olduğundan zar zor taşıyordu. Yine
de böyle gitmeye son derece kararlıydı. Sabahki solgun yüzüne de renk gelmişti.
“Ben gidiyorum!” diye seslendi kapı eşiğinden. Ailesinin,
özellikle annesinin, tepkisinin ne olacağını bekledi. Oturma odasından tiz bir
kadın sesi duyuldu. Zeynep’in annesi, Seher’di. Kırkların sonunda olmasına
rağmen yaşını hiç belli etmiyordu. Sadece kızının on yaş kadar olgun hali gibi
görünüyordu.
Kadın, “Sonunda odandan çıkmaya karar vermen sevindirici!”
demişti dalgınca. “Peki nereye gidiyorsun?”
“Kasabada biraz gezineceğim ve güzel resim çizebileceğim
bir alan arayacağım.”
“Hiç şaşırtıcı değil, sen resimden başka bir şey
bilmiyorsun. Tüm gün tuvale bakıp durmaktan başka işin yok. Okulu bitirince ne
olacaksın sanki? Koca bir hiç.”
Zeynep üzülmüştü, “Teşekkür ederim anne. Beni hep
itekliyorsun,” dedi. “Sonuçta hayallerimin bir önemi yok senin için.”
“Delinin zoruna bakın,” Seher’in sesi bir parça öfke
taşıyordu. “Hayallerin seni ileride aç bırakacak,” Ama sonra birden gevşeyerek tamamen başka biri
haline geldi. “Neyse ne, sen fazla uzaklaşma. Sonuçta burayı pek
bilmiyoruz.”
“Merak etme,” dedi Zeynep omuz silkerek. Kadının bunalımda olduğunu düşündü o yüzden
ruh hali aniden değişiyor olsa gerekti. Neye kızıp kızmayacağı asla belli
olmazdı. Kız da çıkmak için acele etmeye karar verdi. Kapıyı kapatmadan önce,
“Çocuk değilim ki,” dedi, ancak salonda oturan ve televizyona dalıp giden
annesi onu hiç duymadı.
Zeynep dışarıya çıktığında bir elini gözlerine siper etti.
Güneşin ışıkları göz alıcıydı, yine de kasabanın havası fazlasıyla açıktı.
Gökyüzü masmavi bir deniz gibi görünüyordu. Bazen bu maviliklere az biraz
bulutlar dahil oluyordu.
Kız gördüklerinin güzelliğine dalarak bir an, karşısındaki
ağaca çarpacak oldu. Neyse ki önüne zamanında bakıp ufak bir kazadan
kurtulmuştu. Kasabanın iç içe geçmiş rengarenk evlerinin ne kadar şirin
olduğunu düşündü. Mor, yeşil, mavi ve pembe evler. Bazıları aşırı küçük ama bu
sevimli olmaları gerçeğini değiştirmiyordu. Bir bakkalın önünde çocuklar
dondurma almak için itişip duruyordu. Zeynep onların bu sevimli hallerine
gülmeden edemedi.
Kasabanın taşlık yollarında yürürken bahçelerde oturup iki
lafın belini kıran kadınlar gördü. Ellerinde örgüleri vardı. Bazıları durup
kendisine, giyimine kuşamına dik dik bakıyordu. Zeynep onlara selam vermeden
geçmek istemedi. Kadınlarsa bir yabancıdan böyle sıcaklık beklemediklerinden
şaşkındılar. Ama her biri kıza pek kötü yanıtlar verdi. Sonra işlerine
döndüklerinde Zeynep’in yüzü derhal düştü.
Kendini kasabanın sık ağaçlarının arasında ilerlerken
buldu. Bir süredir düşüncelere
daldığından ne kadar uzaklaştığını fark edemedi, ormanın sınırına varmış
olmalıydı. Güneş hala kavurucu şekilde yakıyordu. Biraz ağaç gölgeliğinde
beklerken kasabaya döndürdü suratını ve hayretler içinde harika bir manzaraya
sahip olduğunu gördü. Çantasını aceleyle açıp tuvalini, fırçalarını ve
boyalarını çıkarttı.
“İlham geliyorum demez aniden gelir işte!” dedi heyecanla.
Ailesinin yanındayken tek başına fazla zaman geçiriyordu. Bu yüzden kendi
kendine konuşup dururdu bazen.
Resmi tamamladığında kocaman gülümsedi. Her şey içine
sinmiş, bu defa olmuştu. Günlerini almasına rağmen buna değdiğini düşündü.
Resim malzemelerini çantasına yerleştirdiği sırada otların hışırtısını duydu.
Pek umursamadı. Bir tavşan, kedi veya rüzgâr olmalıydı. Çok sürmeden seslerin
sahiplerini gördü ve anladı ki tahminlerinde yanılmıştı. Onlar, ellerinde siyah
bir torba taşıyan, üç delikanlıydı. Günlerini avare avare dolaşarak geçirmiş
tipleri andırıyorlardı. Bol paçalı pantolon ve çizgili gömlekler, inek
yalamışçasına kafalarına yapışmış saçlar, ağızlarına sakız olmuş küfürler. Tuhaf olan şey, üçü kardeşmişçesine birbirine
benziyordu.
Zeynep onlardan hiç birini
tanımıyor, şimdi de onlarla hiç bir zaman muhatap olmak istemeyeceğini
düşünüyordu. Üzerine kayan bakışlardan rahatsızlık duyan kız bir yandan
çantasına fırçalarını, son olarak da resmini yerleştirdi.
“Selim, hani burada kimse olmazdı?” dedi delikanlılardan
biri, ağaçların arasında bir başına duran kızı işaret ederek.
“Herhalde bayan yolunu kaybetmiştir,” dedi ismi Selim olan.
Gözlerini kısıp iki arkadaşına gülümsedi. Aklında bir fikir vardı. “Niçin
centilmenlik yapıp onu evine götürmüyoruz?”
“Sen ve centilmenlik, ha?” dedi Hasan, inanmayarak.
Genç kız onların aralarındaki konuşmaları ifadesizce
dinledi. Adımlarını hızlandırmıştı bile çoktan. Kendisine bir kez daha seslenen
delikanlılar sonunda keyfini iyice kaçırdı. Dışarıdan sert görünüm verse bile ruh halinde korku vardı.
“Amma da korkak bir şey bu,”
“Çoktan dilini yutmuş olmalı,”
“Hepsi sizin yüzünüzden beyler,” dedi Selim. “Bir bayanla
böyle mi konuşulur?!” Ve yersizce atılan kahkahalar. Zeynep ise sadece oradan gitmeyi düşünüyordu,
bu kahkahaları ruhu duymamıştı.
“Gel de seni evine götürelim,” demişti içlerinden
biri. Üç erkekten birinin kolundaki
çantayı kaba bir şekilde çekip almasıyla, Zeynep ne olduğunu şaşırdı. Bu da
yetmezmiş gibi çantası karıştırılıyordu. “Resim yapmayı seven, elit tabakadan
biri olmalısın. Senin tabakana uymadığımız için bizi takmadın, ha söyle bakalım
doğru mu?”
“Para var mı peki içinde?” dedi Selim merakla. Öteki
olumsuz anlamda başını iki yana salladı.
Zeynep dudakları tek çizgi halinde, konuşana sadece
küçümser bir bakış attı. Bu serserilerle uğraşmak zorunda olması ne kötü şanstı!
“Abi, resmen kız bizi küçümsüyor,” dedi delikanlı
diğerlerine. “Ama dur, ben sana gösteririm gününü kızım!”
Hasan, eline aldığı resim malzemelerini açıp yere savurdu.
Boyaların hepsini yere döküp toprağa
adeta gökkuşağı çizmeye niyetlendi.
Tuvali ayağının altına aldı ve mahvetti, fırçaları iki hamlede kırdı. Kızın
büyük ilhamla yaptığı resme gelince gülümsedi. Kasabanın karla kaplı bir
resmiydi bu. Sırıta sırıta resmi parçalara ayırdı ve yere fırlattı her bir
parçayı.
Zeynep bu kadar hakarete katlanamazdı. Öfkeden bedeni
titremeye başladı. Bu sersemler ne diye ona sataşıp eşyalarını yere
savuruyorlardı? Dahası ne hakla bunu yapabiliyorlardı? Öfkesi onu saniyeler
içinde tekrar ele geçirince bu kez olan oldu. Eğilip yerden bir taş aldı, ne
düşündü ne tereddüt etti sadece bu taşı oğlana doğru yapabildiği biçimde sertçe
fırlattı.
Olaylara biraz uzaktan bakan Selim ve Harun, Hasan’ın
kızdan yediği taşa şahit oldular. Bir iki saniyelik şaşkınlıkla herkes sus pus
oldu. Sonra eli cebinde dikilen, sırık kadar uzun Selim, “Bu kıza korkak mı
demiştiniz oğlum?” dedi. Harun’la birlikte deliler gibi gülerken bir yandan da
karnını tutuyordu. Gülmekten gözlerine yaşlar gelmişti ama biri onların aksine,
hiç gülmüyordu. Can acısıyla öfke arasında bocalıyordu.
Hasan, “Hiç komik değil bu. Eğlence olmaktan da çıktı iş,”
dedi kanamaya başlayan alnını tutup. Vahşi bir hayvanın gözleri gibiydi
gözleri. Üzerinde ateş saçan bir nefret vardı. Tüm kötü duyguları, onu
arkadaşları önünde rezil eden kıza yönelikti. “Kadın madın dinlemeyeceğimi
bil,” dedi Hasan. Zeynep’e kinle,
nefretle bakarken cebinden bir çakı çıkardı. “Sana kadın gibi davranmayı da
öğreteceğim amma alnıma karşılık yüzüne bir çizgi çekeyim de gör, güzelliğin
kalıyor mu, sonra hava atabilir misin bir düşün,”
“Saçmalama oğlum,” dedi Selim bir anda, Hasan’ın sözleri
üzerine. “Çakıyı dahil etme olaya. Sadece ellerinle vurmalısın, zaten sana bir
şey yapamaz.”
“Boş versene be. İzleyelim çakıyla resim yapmasını,” dedi
Harun pişkin pişkin.
Zeynep diğer iki delikanlının siyah poşetlerden içecek
çıkarmaya başladıklarını gördü. Sonra Hasan’ın şerefine diyerek içtiler,
gülerken bir yandan da ağızlarındakini püskürtüyorlardı. Tam karşısında elinde çakıyla dikilen Hasan
ise kızda sadece korku uyandırdı. Kaçıp gidebilir miydi, ayakları onu yarı
yolda bırakır mıydı? Belki de biraz sonra ölüp gidecek, ailesi onu çok sonra
bulacaktı. Zeynep artık açıkça titrerken Hasan git gide daha yaklaşıyordu.
Bağırsa, bir bağırabilse. Ama çok korkuyordu ve gerçekten konuşamıyordu.
Nefesini tuttuğunda, Hasan’la arasına aniden birinin
atıldığını gördü. Nasıl olduysa, nereden geldiyse bir başka delikanlı olaya
dahil olmuştu. Zeynep’e doğru uzatılmış olan çakıyı tutan kola sert bir dirsek
geçirip Hasan’ı yere serdi. Çakıyı ise yeterince uzağa fırlattı. Hasan yerde
boyaların, fırçaların içinde şaşkınca yatıyordu. Oturup olayı izleyen gençler
şimdi sinirlenmeye başlamış gibiydiler.
Zeynep kendisini kurtaran genç adamın arkasında rahatlamış
bir şekilde duruyorken, onun sesini duydu. Ses tonu olabildiğince soğuk,
mesafeli ama güçlüydü. “Şimdi de
eşkıyalığa mı başladınız?”
“Yılkan,” dedi yerde iki büklüm yatan Hasan,
“Seni...ilgilendirmez.”
Kolunu sıkıca tutarak kısık sesle bir şeyler homurdandı.
Yüzü öfkeyle buruşmuş ve kızarmışken Yılkan'a baktı. Bir kaç saniyenin ardından
da doğruldu Hasan. “Ne o, sen kendini kasabanın jandarması mı sanıyorsun?”
Yılkaaaan, karakterini seviyorum ehehe. (:
YanıtlaSilBen dee Mervecim. :))
Silve Yılkan efendi tüm puanları toplar :) kalemlerinize sağlık.
YanıtlaSilTeşekkür ederiz Vakt-i Dem. :))
Silen iyi yeriydi yine reklamlar :)
YanıtlaSilçok güzel yazmışsınız tebrik ederim
Beğenmene sevindim, mecburen kesiyoruz bir yerde. Teşekkür ederiz. :)
SilYılkan ilk bölümden dikkati mi çekmişti ama bu yazının ilk bölümü diyebileceğimiz kısım çok ilgimi çekti... Merakla bekliyorum yeni bölümü:)
YanıtlaSilİlgi çekici bulmanıza sevindim, arkadaşım yazdı o kısmı. :) Devamını yazmak için sabırsızım ben de, yorumunuz için teşekkür ederim. :)
SilGölgelere enikonu ısındım. Onları yakından tanımak istiyorum :)
YanıtlaSilResmin parçalanmasına üzüldüm. Zeynep bu kez gördüğünü resmetmek yerine kış mevsimi yorumu katmıştı, İçine de sinmisti mutlu olmuştu...
Emeklerinize saglik, yine güzel bir bölüm gelmiş 🙏⚘
Gölgelere daha fazla yer verebilirim, öyle düşünmene sevindim. :)
SilZeynep çok uğraşmıştı, emekleri boşa gitti.
Teşekkür ederiz güzel yorumun için. 😊
ilk başta evden çıkanlar zombi sandım :) anne, ayin mi, bir yaratığa tapıyolar herhalde, aa melanet miş, bir yaratık gibi bişey olmalı, kara gölge :) kötü ruh gibi, ışıkta gücü azalıyor, adı melanet yani, adı güzel bulunmuş :) ooo yılkanda ruh lekesi var, melanet yüzünden herhalde, bakalım ne bağlantı var :) bu şirin gölgeler bu melaneti tanıyor herhalde, şu kabuslar ne acaba :) zeynep, güzeel, şimdilik öyküde en tatlı kişi o gibi duruyor :) resim yapmaya doğaya gidiyor herhalde :) ooooo üç serseri, terbiyesizleer :) ya kızın resim şeysilerini mahvettiler, kızı hırpalıcaklar, ooooo yılkan geldi, oooo, jandarma :) ooo bence yılkan ayarladı bunu, çocuklara saldırın kıza dedi, para verdi, kızın gönlünü fethetcek (şaka şaka :) son kısım heyecanlıydı :) yaa şimdi zeynep, yılkan, gölgeler, melanet, nolcaaaak :)
YanıtlaSilZombi gibiler gerçekten. :)) Yılkan' da gördükleri leke melanet yüzünden evet, o sebeple kabus da gördü. Şirin gölgeler... 😄 Bence de şirinler. Tanıyorlar onu evet. :)
SilZeynep tatlı gerçekten. :) Yılkan yapmaz öyle şey. 😝 Heyecanlı bulmana sevindim deep, diğer sorularını da Merve yanıtlasın artık. :))
Melanet'i çağırma ayini gibi bir şeydi bu ama ona tapmıyorlar tabi. Melanetin ne olduğu ileriki bölümlerde daha da belli olur diyeyim. Ahaha gülümsetti yorumun, Yılkan'ın karakterine ters olurdu bu. Ama kızın gönlünü fethedeceği bi' gerçek. :))
SilBu bölüm de çok sürükleyici ve güzeldi, emeğinize sağlık:))) Yılkan karakterini sevdim ve gerçekten çok merak ediyorum devamını, bekliyorum heyecanla:)))
YanıtlaSilTeşekkür ederiz kitapkesfi. Yılkan' ı sevmene sevindim. :) Devamını vakit buldukça yazmaya çalışıyorum. :)
SilYılkan'ı ben de çok seviyorum. Bölümü beğenmenize sevindim. :D
Silİyice geriliyor ortalık. :) Kalemine sağlık.
YanıtlaSilTeşekkürler okurix gerilim iyidir. :))
SilHadi bakalım hızla devam ediyor öykü :)) ben de 3. bölüme zıplıyorum.. eline sağlık <3
YanıtlaSilYorumun için teşekkürler. :)
SilYine çok iyi bir bölümdü. Başlangıç kısmı beni meraklandırdı. Acaba neler olacak? Zaten hikaye konusu ile ilgi çekici. Yılkan'ın sonda Zeynep'i kurtarması ve artık tanışmaları güzeldi. Yılkan benden tam puan aldı :D Emeğinize sağlık, çok güzel yazmışsınız :)
YanıtlaSilTeşekkür ederiz Gamzeli Kız. :) Merak uyandırıcı bulmana sevindim. Tanışmaları iyi oldu bence de. :)
SilSonunda geldi Yılkan. :) Güzel yorumun için teşekkür ederim, merak uyandırıcı olmasına sevindim. :)
YanıtlaSilZeynep hepsini dövüp perişan etseydi daha da çok bayılacaktım. Bu aralar biraz kadınların erkekler tarafından kurtarılmasına takığım ama bölüm güzel olmuş ellerinize sağlık. İnsanı merakta bırakıyor hikaye. :)
YanıtlaSilTeşekkür ederiz. :)
SilZeynep' in 3 kişiyi birden dövmesi fazla uçuk olurdu. Öykü fantastik olsa da özel gücü falan yok, sıradan bir insan. Dövüşçü olmadıktan sonra bir erkek bile zor döver 3 kişiyi. :) Gerçeğe uygun oldu bence, kızın da yapısı, gücü belli. :)