19 Ocak 2021 Salı

Zamansız Sanrılar (Hikaye)



Merhabalar, yeni öykümü paylaşmak istedim. Belki kimse okumayacak ama buradaki varlığı bile iyi hissetmeme sebep olacak. Hayal gücüme hep güvenmişimdir ama insanların bir öyküden beklentileri benimkinden çok farklı sanırım ki istediğim hedefe bir türlü ulaşamıyorum. Belki tekrar roman yazma sürecine dönerim. Sevgiyle kalın...

***

    İnsanın doğduğu şehirle arasında sıkı bir bağ vardır. Kimse ait olduğu yerden kopmak istemez. Benim şehrim ise beni yok etmeye çalışıyor. Dahası ne kadar çabalasam da ben ondan gidemiyorum.  
Gözlerimi araladığımda sabah olmuştu. En son ne zaman deliksiz uyuduğumu hatırlamıyorum. Gece boyunca çeşitli kâbuslar gördüm. Hepsinin korkularımın bir yansıması olduğunun farkındaydım. Esas derdimin yanında kâbuslar önemsiz bir detaydı. 
    Zor da olsa yataktan kalktım. Evin önünde heybetli bir meyve ağacı vardı. Dalları arasından sızan güneş ışığı gözlerimi kamaştırıyordu. Pencereye doğru yürürken eski parkelerin gıcırtısı da bana eşlik ediyordu. Tülü hafifçe aralayıp dışarıya baktım. Sanki hayat benim dışımda akıyordu. Ait olmadığım bir manzaraya bakıyor gibiydim. Neşeyle sohbet eden, yürüyüş yapan insanlar; oyun oynayan çocuklar... Manavın önünde oturan ihtiyar her zamanki gibi tavşan kanı çayını yudumluyordu. Miskin bir kedi gelip ayaklarına dolandı. Çiçek dükkânının sahibi ise güler yüzle müşterisini uğurluyordu. Her şey olağan seyrinde akıyordu.  
    Elimi camdan çektim, gardıroba yönelmiştim ki gök gürledi. İşte bu hiç normal değildi. Bakışlarım gökyüzüne kaydı. Bulutsuz, masmavi gökyüzü ne ara griye dönmüştü? Şu an tek ihtiyacım olan şey yüzüğümdü. Onu nereye koyduğumu hatırlamaya çalışırken sağanak yağmur başladı. Bulutlar kan kusuyordu adeta, saniyeler içinde her yer kırmızıya büründü. Camımda örümcek ağları çizerek kan süzülürken nutkum tutuldu. Yavaşça zihnimde beliren görüntüye çekildim.  
    Bir sahnenin önünde kalabalık bir grup toplanmıştı. Hemen arka tarafta büyükçe bir park uzanıyordu. Yerler, dökülen sonbahar yaprakları ile kaplıydı. Şık giyimli bir genç açılış konuşması yapıyordu:
    “Yedinci Geleneksel Sanat Festivaline hoş geldiniz. Sizler için çeşitli etkinlikler düzenledik…”
    Konuşma bitince sahnede bir tiyatro gösterisi başladı. İnsanların bir kısmı gösteriyi izlerken bir kısmı sergi alanında dolaşıyordu. Bir ressamın başına liseliler toplanmış, resmin inceliklerini öğrenmeye çalışıyordu. Bir kadın, bisikletiyle poz vermiş küçük bir kızı tuvale çiziyordu. Çocuk istifini bozmadan konuşmaya başladı:
    “Anne gelirken bana bir pamuk şeker alır mısın? Şu an kımıldayamam biliyorsun.”
    “Tamam tatlım, hemen döneceğim. Bir yere gitme.” Sarışın, zarif kadın gülümseyerek uzaklaştı. 
Sonra bir hareketlilik gözüme çarptı. Uzaktan festival alanını izleyen birkaç adam fark ettim.     Yüzlerinde kar maskesi, ellerinde siyah çantalar vardı. Kötü bir şeylerin yaklaştığını sezmiştim. Harekete geçmeme fırsat kalmadan silahlar patlamaya başladı. Şoka giren insanlar birbirine çarparak, çığlıklar atarak kaçışıyordu. Bacağından vurulan bir adam yerde sürünerek ilerliyordu. Manzara karşısında kilitlendim. Kafamda bir ses tüm bunların gerçek olmadığını söylese de kulağımın dibinden geçen kurşunla dikkatim dağıldı. Kalp atışımı tüm hücrelerimde hissediyordum. Ansızın yüzüme kan sıçradı. Tam önümde vurulan kadını tuttum yavaşça yere yatırdım. Gözleri dehşetle açılmıştı, beni görmüyordu bile. Hemen ardından bilinci kapandı. 
    Çaresizce ne yapacağımı düşünürken o küçük kızı gördüm. Bisikletinden düşmüş, korkudan ağlıyordu. Onu çizen kadın yerde yatıyordu. Çocuğa doğru koştum ve üzerine kapandım. Annesi çığlıklar atarak geliyordu. Şu an tek düşündüğüm bu masumu koruyabilmekti. Ona siper olmaktan başka yapabileceğim şey yoktu. Uzaktan siren sesleri geliyordu. O anda sırtıma bir kurşunun isabet etmesi ile nefesim kesildi. Bu nasıl bir acıydı?
    Kuzenimin telaşlı sesini işitince kendime geldim. Evdeydim, dizlerimin üzerine yığılmıştım.
    “İyi misin Ender? Topla Kendini!”
    Acıyla tuttuğum nefesimi bıraktım. Şakaklarımdan ter damlıyordu. Elim hemen yüzüme gitti, kan yoktu. Oysaki o ağır koku zihnimden gitmemişti. Gürkan'ın koluna tutunarak kalktım. Boğazım kurumuştu, konuşmakta zorlanıyordum. “İyiyim, merak etme.”
    “Yine aynı şey mi oldu?” diye sordu endişeli halde. Başımı salladım ve devam ettim. “Bir festivaldeydim. Aniden silahlı saldırı düzenlendi ve sonrasında vuruldum.”
    Gürkan anladığını belirten bakışlar attı. Bir şeyler diyecek oldu ama sustu. O, yaşadıklarımı bilen tek kişiydi. Bir bardak su getirip bana uzattı. Bardağı alırken ellerim titriyordu. 
    “Bak, durumun her geçen gün daha kötüye gidiyor. Bir kez olsun bir psikoloğa görün. Bu halin beni çok üzüyor.” Kara gözlerindeki endişenin farkındaydım. Yüz ifadesinden suçluluk hissettiği anlaşılıyordu. Daha önce bu konuyu defalarca konuşmamıza rağmen yine gündeme getirmesine anlam veremiyordum.
    “Seni gayet iyi anlıyorum ama sıkıntım psikolojik değil. Hatırlıyor musun, bir keresinde bir tır kazasında yangın çıktığını ve aracım yanarken dışarı çıkamadığımı görmüştüm.”
    “Evet, uzun süre haykırıp durmuştun. Dehşete kapılmıştım. Ateşinin çıktığını görünce seni banyoya taşıyıp suyun altına tutmuştum.”
    Unutmak istercesine başımı iki yana salladım. “İşte o kazayı internette araştırdım ve aynı kazanın haberlerine ulaştım. Meğer olay yıllar önce bir avukatın başına gelmiş.”
    Gürkan’ın iri gözleri şaşkınlıkla daha da açıldı. Dediklerimi anlamaya çalışıyordu. “Yani yaşanmış olayları mı görüyorsun? Bu ne anlama geliyor?”
    “Bilmiyorum ama bir gün tüm bunlara bir yanıt bulabileceğimi umuyorum.”
    Önceleri delirmeye başladığımı düşünüp telaşa kapılmıştım. Olmayan şeyleri görmek neyle açıklanabilirdi ki? O kadar korktum ki anneme bile anlatamadım. Ancak günün birinde gördüklerimin geçmişte aynı olayları yaşamış insanların anısı olduğunu fark ettim. Bu da pek normal bir durum sayılmazdı ama tüm suçu yaşadığım şehirde görmeye başlamıştım.
    Hissediyorum, İstanbul' un bana olan nefretini. Sanki bir göz uzaktan beni izliyor, savunmasız bir anımda beni avlayacak. Çok düşündüm buralardan gitmeyi ama yapamıyorum. Sanki bir güç bana engel oluyor. Ne zaman gitme kararı alsam bir türlü uygulamaya geçemedim. Şehir dışına çıktığımda birkaç gün bile zor duruyordum. İçimden bir ses direnmemi, sabretmemi söylüyordu. Kaldıkça yüküm de ağırlaştı. O olayların, birilerinin başından geçmiş olduğu gerçeği beni sarsıyordu.  
    Aynı şeyleri düşünüp durmanın bana bir faydası yoktu. Sonu olmayan bir döngüde sıkışıp kalmıştım. Neden başladığını ve ne zaman biteceğini bilmediğim bir dertten mustariptim. Beni bekleyen puslu geleceğe bir şekilde ayak uydurmam gerekiyordu. Teslim olmak benim için her şeyin bitmesi demekti. Hele de günümüz iş dünyası insana çok fazla sorumluluk yüklüyordu. Duraksadığın bir anda kendini kapının önünde bulabilirdin. Zaten amansız bir yarışa kapılmış gidiyorduk, ayakta ve dimdik durmak zorundaydım.
    “İş, doğru ya!” 
    Vakit ne kadar da hızlı geçiyordu, işe geç kalmak üzereydim. Aceleyle hazırlandım ve dikenli, metal yüzüğümü bulup parmağıma geçirdim. Evden ayrılırken daha güçlü hissediyordum. Şu ana kadar birkaç iş değiştirmiştim artık bir yere tutunmak istiyordum.
    Son anda servise yetişebildim. İş arkadaşlarımı selamlayıp arkadaki boş koltuğa geçtim. İnsan kaynakları departmanında uzman olarak çalışıyordum. Bugün işteki herkes çok yoğun görünüyordu. Asistanım Aylin Hanım yanı başımda bitti. Azimli ve işini seven biriydi. Elindeki dosyayı bana uzattı: 
    “Ender Bey, verdiğiniz listedeki herkesi arayıp mülakat için davet ettim. İlk görüşme yarın öğleden sonra başlayacak.”
    “Peki, Aylin Hanım. Teşekkürler. Gerisiyle ben ilgilenirim.”
    Mülakata gelecek kişilerin özgeçmişlerini tekrar gözden geçirdim. Numan Amca’nın sesi yine kendinden önce geliyordu. “Buyurunuz efendim! Taze çaylar geldi.”
    “Daha uyanamamıştım. Tam vaktinde geldin,” dedi Kadir Bey esneyerek.
    “Ben artık şekersiz içiyorum.” Nalan Hanım bardağın kenarındaki küp şekeri tepsiye bıraktı.
    “Teşekkürler,” dedim bana uzatılan çayı alırken.
    Sabahın ilk saatleri biraz sessiz geçerdi. Neredeyse gün boyunca yoğunluk sürerdi. Çayı yudumlarken gözüm masadaki rengarenk çiçeklere takıldı. Birisi tüm masalara küçük saksılardan bırakmıştı. Bugün Dünya Çiçek Günü falan olmalıydı. Nalan Hanım ortamı değiştirmek için her ay bir konsept buluyordu. Çaydan sonra başlayan telefon trafiği ile departmanın gürültüsü bir anda arttı. Derin bir nefes alıp bordro hesaplamalarına geçtim.
    Mesai bitiminde bitkin halde servise bindim. Başımı cama dayayıp yol boyunca dışarıyı izledim. Trafik yoğunlaşınca kornalar da yükselmeye başladı. “Patladınız mı be!” diye söylendi bizim şoför. Emekliliği yaklaşan Selma Hanım araya girdi: “Aman takma şunları. Kanları deli akıyor bunların. Başına iş açılmasın bir de.”
    Trafiğin ardından nihayet eve vardığımda rahatlamıştım. Evdeyken dışarıda olduğu gibi her an temkinli olmama gerek yoktu. “Gürkan! Evde misin? Ben geldim.” Ses çıkmadı, dersi uzamış olmalıydı. O gelene kadar yemeği hazırlamaya karar verdim. Malzemeleri dolaptan çıkardım. Bütün gün yalnız canı sıkılan Pamuk neşeyle cıvıldamaya başladı. Bembeyaz, kabarık tüyleriyle isminin hakkını veriyordu. Çok sevdiği için bir parça marulu kafesin içine bıraktım. Yemek hazır olunca günlerdir kitaplıkta bekleyen romanı aldım. Kaldığım sayfadan okumaya devam ettim.
    “...Vurgun yemiş kanatlarım, uçamıyorum. Deniz bana düşman olmuş. Kimdi kalbimin derinliklerinde bana bu azabı yaşatan?”
    Satırları okurken deniz esintisini yüzümde hissettim. Martı sesleri yankılanıyordu. Zihnimde şekillenmeye başlayan deniz manzarasına çekiliyordum. Baş parmağımı hızla yüzükteki dikene geçirince anda kalmayı başarabildim. Rahatlayarak kanayan parmağımı peçeteyle sardım. Bu, aldığım önlemlerden biriydi. İşlerin ters gittiğini anladığım anda parmağımı dikene geçiriyordum. Sürekli bu yönetimi kullanmaktan parmağım delik deşik olmuştu. Ani acı beni sürüklendiğim anılardan çekip alıyordu. Ancak dikkatli olmazsam ya da telaşa kapılırsam yüzük aklımdan çıkıyordu.
    Lavaboya gittim, yüzüme su çarptım. Göz altlarım biraz morarmıştı. Neredeyse sarıya çalan ela gözlerim vardı. Gözlerimde eski canlılığından eser yoktu. Alnımda çizgiler oluşmuştu. Saçlarını taramaya üşenen biri haline dönmüştüm. Neden bunlar beni bulmuştu ki? Ben de diğerleri gibi endişesiz yaşamak isterdim. 
    Bir hafta sonu yürüyüş yapmak için sahile indim. Deniz hafif dalgalıydı. Eşofmanıyla koşanlar, bisiklete binenler, piknik yapanlar doldurmuştu sahili. Herkes güneşin tadını çıkarıyordu. Birkaç tekne denizde salınıyordu. Martılar suya batıp çıkıyor, insanlar onlara simit atıyordu. Temiz havayı solumak iyi gelmişti, beni karamsar düşüncelerimden kurtarıyordu.
    Ani bir fren sesi ile irkildim. Bir otomobil yoldan çıkıp savrulmuştu. Araç bana çarpmasına ramak kala önümdeki ince direğe çarpıp durdu. Direk üstüme doğru düşerken ne yapacağımı bilemedim. Acaba gerçek miydi bu, yoksa zihnimin bir oyunu muydu? Aşırı tepki vererek insanların dikkatini üzerime çekmek istemiyordum. Tüm bunları düşünürken direk omzuma çarptı, yere yuvarlandım. Acı içinde kıvranıyordum.
    İnsanlar hemen yardımıma koştu. Beni banklardan birine oturttuklarında, iyi olduğumu söyledim. Ambulans çağırmak istediklerinde reddettim. Herkes dağılınca bir süre öylece oturdum. Gerçekle sahteyi ayırt edememek gelecekte başıma büyük sıkıntı açabilirdi. Hafifçe oynatmaya çalıştığımda omzuma keskin bir ağrı giriyordu. Yavaşça kalktım ve yoldan geçmekte olan taksiyi çevirdim. “Hastaneye,” dedim.
    Muayene olduğum doktor beni röntgene yönlendirdi. Kalabalık koridorda röntgen sırası bekliyordum. Teyzeler birbirine şikayetlerini aktarıyor, dert yanıyordu. Duvara yaslanıp gözlerimi kapattım. Uğultu halindeki sesler yavaş yavaş azalmaya başladı. Yorgun ve gevşemiş hissediyordum. 
    Bir süre sonra bir sallantı hissetmeye başladım. Endişeyle gözlerimi açtığımda kendimi bir teknede buldum. Ortam o kadar kalabalıktı ki neredeyse adım atacak yer yoktu. İnsanların yüzünde korku ve tedirginlik vardı. Kapkara denizin sularında ilerliyorduk. Bebekler açlıktan ağlıyordu. Karanlığı dağıtmak istercesine dolunay gökte parıldıyordu. Rüzgâr arada bir şiddetini artırıyordu. Hava gittikçe soğurken çocukların buna nasıl dayanabileceğini bilmiyordum. Savaşın acımasız yüzü yine kendini gösteriyordu. 
    Karşı kıyıya varmamıza az kalmıştı. Çektikleri sıkıntıyı haber yapabilmek umuduyla mültecilerin içine sızmıştım. Ne konuştuklarını pek anlamasam da ne hissettiklerini görebiliyordum. Onlar sadece yaşamak istiyordu.  
    Komşu ülkenin sınırlarına yaklaştığımızda saldırı başladı. Canını kurtarmak isteyenler tekneden suya atlıyordu. Kameramı çıkarıp olan biteni kaydetmeye başladım. Yaşanan zulmü tüm dünyaya gösterecektim. Tekne alabora olmak üzereyken ayakta durmak çok güçtü. Tekneye çıkan yetkililer beni fark etti. Kameramı teslim etmek istemediğim için aramızda bir arbede yaşandı. İçlerinden biri zorla kameramı alıp suya attı. Ben daha ne olduğunu anlamadan yediğim elektrik şoku ile yere yığıldım. Tüm bedenim titremeye ve kasılmaya başladı. Saniyeler saatlere döndü, işkence bitmiyordu. Çığlıklarım boğazımda hapsolmuştu. Ne bilincim kayboluyor ne acı diniyordu. Adamların acımasız gülüşleri kulağımda yankılanırken yavaş yavaş her şey karardı.
    Gözlerimi açtığımda bir hemşire başımda belirdi. Söylediklerine göre kriz geçirmiş, bayılmışım. Durumumun anlaşılması için çeşitli tetkikler yapılacakmış. Tabii, tüm bunların elektro şok cihazının etkisiyle olduğunu hiçbir şekilde izah edemezdim. Gerekli tedaviyi gördükten sonra taburcu edildim. Sonuçlar çıkınca tekrar gelmem gerektiğini söylediler.
    Eve girip anahtarı vestiyere bıraktım. “Nerede kaldın? Bugün izin günün değil miydi? Gerekli olmadıkça dışarıda vakit geçirmezdin. Telefonlarıma da yanıt vermedin.” Söylenerek yanıma gelen Gürkan halimi görünce duraksadı. “Ne oldu sana? Kötü görünüyorsun.”
    “Ufak bir kaza geçirdim. Birkaç güne kalmaz iyileşirim.” Israrı üzerine detayları anlattım. Bir yandan masayı hazırlarken bir yandan bana öğüt veriyordu. Daha dikkatli olmalıymışım, son günlerde kendimi salmışım. “İlaçlarını da ihmal etme,” diye eklemeyi unutmadı.
    “Beni boş ver. Sınavların yaklaşmadı mı senin? Hastabakıcılık mı yapacaksın bir de bana?”
    “Olanları teyzeme anlatmamı istemiyorsan sus.”
    Annemin bunu öğrenmesi iyi olmazdı. Zaten her şeyi abartıyordu. “Anlaştık,” dedim sessizce. O kadar acıkmıştım ki hemen masaya geçtim. Pamuk da gelip tabaklar arasında dolaşmaya başladı. Sevdiği bir şeyler bulursa yerdi. Gürkan eliyle onu uzaklaştırdı. “Yemekler sıcak Pamuk, yanacaksın.” Hallerine gülümsedim, onlarla yaşamak güzeldi.
    Yaz, sonbahara dönüp de ruhumuzu dinginlik sardığında yağmurlar da başladı. Pencerenin önünde dalgın halde ışıltılı sokağı izliyordum. Kafeler müşterilerle dolup taşmıştı. Sıcak bir kahve ne iyi giderdi şimdi. Mutfağa giderken kapı çaldı. Bir kurye bana bir paket bırakıp gitti. Islak paketi elimle sildim ve açmaya başladım. İçinden saman kâğıda yazılmış bir mektup çıktı. Mektubun üstündeki ismi görünce şaşırdım: Deden Agah Deniz 
    Bir dedem olduğundan bile haberim yoktu. Dağılmış bir ailem vardı. Babam evi terk etmiş, annem uzun süre tek başına bana bakmıştı. Babam hakkında olumlu olumsuz hiçbir şey anlatmazdı. Anneannem hasta olduğu için yıllardır onunla kalıyor. Ben de fırsat buldukça yanlarına gidiyorum. Nedendir bilinmez annem İstanbul' u hiç sevmezdi. Sert ve eğik yazıları okumaya başladım. 
    “Senle tanışma fırsatımız olmadı biricik torunum ama hakkında bilgi sahibiyim. Benim hatam, baban ve senin kaderiniz oldu. Sahip olduğum tek evladım ve torunuma bunları yaşattığım için çok üzgünüm. Bu laneti ben başlattım. 
    Zaman zaman yaşadıklarına anlam veremediğinin farkındayım. Başkalarının anıları senin gerçeklerin ile karışıyor, onlarla aynı acıları yaşıyorsun. Ağır bir empati cezası bu. Dışarıya belli etmeden bu cezaya katlanmak, her şeyi kendi içinde yaşamak çok zor. 
Gençken İstanbul' a geldiğimde arkadaş çevremin etkisi ile define işine girdim. Kısa yoldan para kazanma, zengin olma peşindeydik. Bir gün gizli bir mahzen keşfettik ve orada Osmanlıca el yazmaları buldum. Bunu satabileceğimi düşünerek heyecanlanmıştım. Öğretmen olan babam sayesinde biraz hakimdim dile. Bir uyarı niteliğindeki sözleri dikkate almadım.
 
Eğer yüreğinde empati yoksa buradaki sırlara vakıf olamazsın. 
Kalp gözün kapalıysa sonsuz ilme ulaşamazsın. 
Yağmur damlası olup toprağı beslemezsen bereketi bulamazsın.
Ölürken insanlık, çıkar peşindeysen lanetten sıyrılamazsın.
Gözünü kapatırsan doğrulara, yanlıştan çıkamazsın. 
Sözlerimi özümsemezsen özgürlüğü tadamazsın.

    İşte bu şekilde devam ediyordu metin. Gerisini okumaya tenezzül etmedim. Eseri, tarihe ilgisi olan bir koleksiyoncuya sattım. O günden sonra hayatım altüst oldu. Evliliğim bozuldu, yetişkinliğe erişince baban da aynı şeyleri yaşamaya başladı. Çare bulmaya çalıştım ama olmadı. O koleksiyoncu bir trafik kazasında ölmüş, kimse bilmiyor yazmaların akıbetini. Baban bana çok kızgındı, isyankâr biri oldu. Evini tek etti. Her şeye rağmen bir iş kurmayı ve tutunabilmeyi başardım. Yıllarca babanı uzaktan takip ettiğim gibi seni de takip ettim. Ömrüm sayılıyken bunları sana açıklamak istedim. Belki sen bir çaresini bulursun. Ne olursa olsun yaşa, diren.” 
    Okuduklarım zihnimde dönüp duruyordu. Paranoyakça bir hisle bunun da gerçek olmadığını düşündüm. Mektubu evirip çevirip bir köşeye attım. Kanepeye uzanıp bir süre tavanı izledim. Kulağımda bir acı hissedene kadar Pamuk’ un geldiğini anlamamıştım. Ne zaman kendisiyle ilgilenmezsek kızar, ısırırdı. Kuşu elime alıp kafesine koydum. Konu hakkında düşünmeden edemiyordum. Hemen telefona sarılıp numarayı girdim.
    “Anne, sana bir şey sormam lazım.”
    “Hayırdır, bir şey mi oldu oğlum?” Sesimdeki tedirginliği anlamıştı.
    “Benim Agah diye bir dedem var mı?” Annem birkaç saniye sessiz kaldı. “Evet ama sen nereden öğrendin bunu?” İçeriğine değinmeden ondan bir mektup aldığımı söyledim. “Babam ve dedem nasıl insanlardı anne? Bunca zaman hiçbir şey anlatmadın bana.” Sesim suçlamaktan çok yalvarırcasına çıkıyordu. Üzüleceğini düşünerek daha önce ısrar etmemiş, konuyu geçiştirmesine izin vermiştim. Şimdi ise her şeyi öğrenmek zorundaydım.
    “Ah oğlum. Babanla severek evlendik ama birkaç yıl içinde çok garip davranmaya başladı. Değişmişti, nasıl desem sanki delirmiş gibiydi. Olmayan şeylerden söz ediyordu ve gittikçe hırçınlaştı. Onu kaç kez tedavi ettirmek istedim ama dinlemedi beni. Neden bilmiyorum, babasına çok kızgındı. Dedenle tanışmama razı olmadı hiç. Tüm çabalarıma rağmen baban günün birinde sessizce çekti gitti.”
    Annemin sesinde acıma ve kırgınlık vardı. Her şeye rağmen babamı unutamadığını anladım.                “Anlıyorum anne, seni üzmek istememiştim. Dedeme bir şekilde ulaşmaya çalışacağım.”
    “Kendine dikkat et oğlum. Beni merakta bırakma.”
    Telefonu kapattım. Mektupta yazılanlarla annemin söyledikleri örtüşüyordu. Babam benden çok daha acı çekmiş olmalı ki böyle bir yükü kaldıramayıp gitmişti. Dedeme bir şekilde ulaşıp el yazmaları hakkında detaylı bilgi almalıydım. Mektupta adres yoktu, sadece kargo firmasının şubesi yazıyordu.
Sabah ilk işim o kargo firmasına gitmek oldu. Başta izin vermeseler de dedemin ölmek üzere olduğunu, ona ulaşmam gerektiğini söyledim. Israrlarım sonucu kamera görüntülerini izlettiler bana. Yetmiş yaşlarındaydı dedem. Bastonuyla yürüyor, zar zor nefes alıyordu. Beti benzi atmış haldeydi. Şoförü ona yardımcı oluyordu. Bindiği aracın plakasını aldım. Polisin de yardımı ile dedemin adresine ulaşmayı başardım. Adrese gittiğimde büyükçe bir konakla karşılaştım. Demir parmaklı kocaman bir girişi vardı. Beni gören güvenlik görevlisi hemen kapıya koştu. “Küçük Bey, sizi burada görmeyi beklemiyordum.”
Adamın hitabı karşısında şaşırmıştım. Beni nereden tanıyordu? “Dedeniz Agah Bey iki gün önce vefat etti. Başınız sağ olsun. Tüm bunları ve şirketini de size bıraktı,” dedi konağı göstererek. 
    “Nasıl olur? Yetişemedim mi?”
Bu kadar çabuk ölmesini beklemiyordum. Mektup daha dün ulaşmıştı elime. Ona sormak istediğim onlarca soru vardı. 
    “O sizi çok severdi. Karşınıza çıkacak gücü kendisinde bulamadı. Çok iyi bir insandı dedeniz. Allah rahmet eylesin.” Adam gerçekten de üzgün görünüyordu. Bense şaşkındım. İçten içe dedemi göreceğim için heveslenmiştim. “Ne zamandır hastaydı?”
    “Birkaç yıldır durumu pek iyi değildi efendim. Uzun süredir de nefes darlığı çekiyordu.”  
    Mezarı başına gittiğimizde içimde onu hiç tanıyamamanın burukluğu vardı. Neden daha önce benle iletişime geçmemişti ki? Belki babamı da bulup yeniden büyük bir aile olurduk. Aile özlemim açığa çıkmıştı. Eğildim ve toprağına dokundum. Ona hiç kızmadığımı, onu sevdiğimi söyledim. 
Sertçe esen rüzgâr ağaç dallarını sallıyordu. Gökyüzü kara bulutlarla kaplıydı. Yağmur yağmaya başladı. Öylece bekledim. Güvenlik görevlisi bir şemsiye ile yanıma koştu. “İsterseniz gidelim artık.”
    Dedemin evi gösterişten uzaktı. Bahçe çok bakımlı ve yemyeşil olsa da içerisi bir o kadar karamsar hava yayıyordu. Havasız, bakımsız odaları tek tek dolaştım. Dedem etrafta insan görmeyi pek sevmediği için nadiren bir temizlikçinin gelip odaları temizlemesine izin verirmiş. Koyu renk, eski perdeleri araladım. Kirli camlardan dışarıyı net şekilde göremiyordum bile. Dedemin odasında bir yatak, bir gardırop ve çalışma masasından başka bir şey yoktu. Bir de gri boyalı duvarda gürültülü şekilde tik taklayan bir saat vardı. Çalışma masasının çekmecesini açtığımda deri kapaklı bir günlük buldum. Önemli ip uçları elde edebileceğimi düşünerek okumaya başladım.
    “Bir torunum olduğunu öğrendim. Ancak oğlum onu benden uzak tutmak için her şeyi yapıyor. Haklı da. Kim böyle bir babaya katlanmak zorunda ki?...
    Korktuğum başıma geldi. Torunum da bizle aynı derdi paylaşıyor. Bu lanet daha kaç kuşak devam edecek? Karşısına çıkıp her şeyi itiraf etmek istiyorum ama yapamıyorum. Onun da babası gibi benden nefret etmesinden ölesiye korkuyorum…”

    Hızlı hızlı geçtim sayfaları. Satırların çoğunun benle ilgili olması boğazıma bir yumru oturmasına neden oldu. Kendini nelerden mahrum bırakmıştı. Hem ömrünün geri kalanında kendini iyi işler yapmaya adamış birinden nasıl nefret edebilirdim? Uzun süredir ihtiyaç sahiplerine yardıma koşmuş. Onun hakkında bilmediğim ne çok şey vardı. Günlükte el yazmaları hakkında ise bir detay yoktu.
    Gürkan’ dan yardım isteyebileceğimi düşündüm. Mektubu ona gösterdiğimde şaşırdı. Tüm olanların sebebinin bu olduğuna inanamıyordu. El yazmalarına ulaşma konusunda ne yapabileceğimizi sordum. Kendisi tarih bölümünde okuyordu.
    “Bence kütüphanelerde araştırma yaparak başlayabiliriz. Bazı kaynaklarda el yazmaları hakkında detaylı bilgiler yer alabiliyor. En azından metnin ulaşmak bize yol gösterebilir.”
    “Doğru diyorsun. Bir yerden başlamak lazım.”
    Uzun arayışlarımız bir sonuç vermedi. Şehirdeki bütün önemli kütüphaneleri dolaştım. Tarihle ilgili her şeye göz attım. Empatinin tarihini bile araştırdım. Benim için yıpratıcı bir süreçti. Yoğun iş temposuna bir de bu eklenmişti. Bir Pazar günümü daha bunun için harcadıktan sonra tükenmişlik içinde eve döndüm. Sadece uyumak istiyordum. O sırada Gürkan koşturarak yanıma geldi. “Buldum, buldum!”
    Laptopunu bana gösterdi. Bir müzede poz vermiş olan arkadaşının resmini görünce şaşırdım. “Ne var bunda?” dedim. “İyice bak. Arkadaki detayı fark etmedin mi?” Müzede el yazmaları sergileniyordu. Öndeki açıklama kısmına gözüm kaydı. Tam da aradığımız metinden bahsediyordu. Şok içinde ayağa fırladım.
    “Neresi orası?”
    “Antep’te bir müze.”
    “Çok uzak. Yıllık izin isteyip oraya gitmeliyim hemen.”
    “Senle gelmeliyim. Başına yine garip olaylar gelebilir. Uzun bir yolculuk olacak.”
    Anlaştığımız üzere hazırlıkları tamamladık. Tam üç gün sonra yola düştük. Antep’ e vardığımızda heyecanlıydım. Şehrin atmosferi de İstanbul’dan çok farklıydı. Gastronomi şehri oluşu ve tarihi dokusuyla görülmeye değer bir yerdi. Ancak durup gezecek vaktimiz yoktu. Taksiye atlayıp müzeye doğru yola koyulduk. Yol boyunca dışarıyı izledim. Müzeye girdiğimizde heyecanlandım. Sonunda aradığımız el yazmalarına ulaştık. Eserin, Osmanlının klasik dönemine ait olduğunu düşünülüyordu. Ahlak ve erdemler üzerine sülüs yazı tekniği ile yazılmış bir nasihatnameydi. Kim tarafından yazıldığı belirsizdi.
    Camekâna dokunduğumda elim içeri girdi. Yazıları normalde okuyamama rağmen satırların üzerinde parmaklarım gezinirken bilgiler zihnime akmaya başladı. Metnin yazıldığı ana gitmiştim. Ahşap masayı mum ışığı aydınlatıyordu. Mumdan yayılan koku küçük, taş duvarlı odayı sarmıştı. Kamış kalemle satırları yazıyordum.

Hayatın sırrı insan kalabilmekte gizli.
Kapılma dünyevi meselelere, vicdanını köreltme.
Hırstan dönerse gözün ömrüm azalır sadece.
Hayır peşinde koştuğun her an, ömrüne ömür katar.
Bir huzursuzluk çöreklenirse ruhuna bil ki yanlış yoldasın.
Ölümsüzlük peşinde koşma insanoğlu,
Kaderimizi kendimiz yazarız.
Önce dönüp kendini sorgula.
Sır burada başlıyor, yüreğinde hisset olanları.
Bir bak dünyaya neler oluyor?
İşitmiyor musun hâlâ yardım çığlıklarını?
Kabuğuna çekilme, kaldır birilerini ayağa.
Aldığın dersi eziyet diye düşünme,
İmtihanındır o senin.
Gerçekleri kavrarsan eğer yola çıkmaya hazırsın demektir.
İlerlemeyi bilirsen o yol sana ışık olacaktır.

Kalp atışlarım hızlanmaya başladı, nefes alışım zorlaştı. Hemen elimi camekândan çektim, uzaklaştım.     “Ne oldu birden?” dedi Gürkan. Başım dönüyordu, gözüm kararmaya başladı. Uyandığımda bir kanepede buldum kendimi. Gürkan pencerenin önünde dışarıyı izliyordu. Beni fark edince yanıma geldi. “İyi misin? Ne oldu orada?” dedi sessizce.
    “Gerçekleri kavradım,” diyebildim sadece.
Müze görevlilerinden biri bize yardımcı oldu. Sıcak bir ıhlamur içinde iyice kendime geldim. Bu süre zarfında müzeyle ilgili detaylı bilgiler de aldık. İstanbul’a geri dönme vakti gelmişti. Uçağa bindiğimizde çok durgundum. Kuzenimin bakışları bana kayıp dursa da beni rahatsız etmek istemediği belliydi. “Tüm olanlar lanet ya da bir ceza değilmiş. Her şey bana yol göstermek içinmiş,” dedim.
    “Nasıl yani?”
    “Dedem başlattı bu süreci. Bu, onun sandığı gibi bir lanet değil, bizi yardıma davet eden bir öğüttü.     Hayat kendimizden ibaret değil. Bizler sadece dünyanın minik bir parçasıyız, diğer tüm canlılarla bir bütünüz. Bunu asla unutmamalıyız.”
    Gürkan kafası karışmış halde dinlerken bir şey demedi. Üzerinde yol yorgunluğu da vardı. Dediklerime odaklanmakta zorlanıyor gibiydi. “Sonra konuşuruz, hadi uyu sen,” dedim.
    Bulutların üzerinde süzülüyorken garip hislerle doluydum. Bunca yıl şehrimi suçlamıştım. Oysaki insan memleketiyle bir bütündü. Buradan kopamamamın tek nedeni buydu. Hayatımın geri kalanında kendime yeni bir yön çizecektim. İnsanları daha iyi tanıyacak, anlayacaktım. Vücudu dinç tutmak tüm noktalardaki ağrıları yok etmekten geçerdi. Birlik bilinci yoksa sancı dinmezdi.
    Eskisi gibi acı verici anıları görmüyordum artık. Her şey bitmişti, hayır asıl şimdi başlıyordu. Yeniden doğmuş gibiydim. Hayata ve canlılara farklı açıdan bakabiliyordum. Sadece İstanbul değil tüm şehirler, ülkeler benimdi. Kalbim insanlık için çarpıyordu. Ruhum özgürleştikçe genişlemişti.
    Dedemin konağına yerleşmedim. Orayı zorda kalanların sığınacağı bir yaşam alanına çevirdim. Yaraları iyileştikçe insanlar huzur bulabilirdi. Dedem de eminim bunu isterdi. Kurduğu lojistik firmasının da başına geçmiştim. Ölüm yıldönümünde dedemin mezarı başına çiçek bırakıp dua ettim. O bana bir yol açmıştı, ben de o yolda ilerliyordum. 
    Babamı arayışım devam ediyordu. Ayağa kalkabilmesi için yardımıma ihtiyacı vardı. Bir gün ailemin yeniden bir araya geleceğine inancım tamdı.

    Mavi gökyüzünü izlerken düşlere daldım. Sonsuz bir huzur içimi kaplıyordu. Şimdi yemyeşil bir tepede ufka bakıyorum. Gün batarken kızıllık her yanı sardı. Tepeden aşağıya doğru yürümeye başladım. Kıvrılarak akan nehrin sesi kulaklarımı dolduruyordu. Ağaçların arasından geçerken kuş cıvıltıları yükseliyordu. Huzurun manzarasına, dağ eteğine adım adım yaklaşıyordum. Hayatlarına dokunabildiğim herkes buradaydı. Kapılar sonuna kadar açıktı herkese. Bacalardan tüten duman değil sevgiydi. Dışarıda neşe içinde büyük bir sofra kuruluyordu. Ağaçlar ışıklandırılmıştı, gece bize göz kırpıyordu. Büyük bir aile olarak birbirimize kenetlenmiştik. Bu dünyada hüzne ve acıya yer yoktu. 


10 Ocak 2021 Pazar

Bazen Emek Vermek de İşe Yaramaz

 


    Herhangi bir şey için emek vermek değerlidir. İnsan ne kadar çabalasa o oranda sonuç alır. Ancak bu her zaman geçerli değil. Keşke herkes emeğinin karşılığını alabilse. Eğer en başta doğru yolu seçmemişsek ne kadar gayret etsek de bir arpa boyu yol gidemeyiz. Doğru yolu seçip seçmediğimizi ise yaşadığımız deneyimler neticesinde çok sonra fark ederiz. Hedefine ulaşmış kişi ise belki de hiç böyle olumsuz bir deneyim yaşamadığı için "Çok çalıştığım için hak ettiğim başarıya ulaştım," der. Halbuki ondan çok daha fazla çabalamış insanlar gerisinde kalmıştır. Bu kadar kolay yani dolaylı yoldan da olsa insanlara "Ben kazandım, çalışıp siz de kazansaydınız," demek.

    Hayat çoğu kez planlarımıza göre ilerlemez. Öncelikle bunu kabullenmeli ve hiçbir başarısızlığın, bizden daha önemli olmadığını unutmamalıyız. Sıfırdan başlamak da var bu süreçte, tekrar ayağa kalkamamak da. Günümüz dünyası büyük bir rekabetin içinde insanları öğütmeye devam ederken sadece ve sadece kendimiz olmayı başaralım. Her başarı ardından büyük bir yenilgi gelebileceği gibi her yenilgiden sonra büyük bir başarı da gelebilir.

    Birilerinin çıkıp da öğüt vermesi, yol gösterme çabası içerisine girmesi de çözüm değil. Bunu zaten çok sayıda insan yapıyor. Onların bilmedikleri senin doğrularının, hislerinin neler olduğu. Kalıplaşmış şekilde herkes bir ağızdan konuşuyor. Örneğin, iş bulmak için şunu şunu yapın, bunlara dikkat edin diye sıralıyorlar. Sanki milyonlarca işsiz onların dediğini uyguladı diye iş sahibi olacak. Bize düşen kendi yolumuzu çizmek. Emek verdiğimiz halde başaramamak sorun olmasın. (Ben çok sorun ettim, beni yıpratmaktan başka işe yaramadı. O yüzden akışına bıraktım artık.) Hayat bundan ibaret değil. En azından yaşıyorsak hala umut var demektir.


Düşler, koştukça uzaklaşır senden.

Beden yorulsa bile zihin hep o koşuda takılı kalır.

Ne farklı bir yol aramaya zaman vardır,

Ne de kaygıdan uzak bir hayat sürmeye.

Eleştiri okları da dört bir yandan gelir,

Saplanır kalbine...

6 Ocak 2021 Çarşamba

Sonbahar








    Sonbahar geldiğinde yaprağın kızıl yolculuğu başlar. Dalından kopar, usulca toprakla buluşur. Bu, bir düşüş gibi görünse de aslında yeni bir başlangıç için kısa bir vedadır. Bazen biz de durmak, soluklanmak ve yeniden başlamak zorunda kalırız. Bu, asla pes etmek değildir. Sürekli bir şeyler için mücadele verirken neden gerektiğinde durmayı ya da kendimize farklı bir yol çizmeyi aklımıza getirmeyiz?


    Ben de bu bloğu açarak kendime yeni bir yol çizmek ve yazılarımı sizlerle paylaşmak istedim. Yazmak benim için his ve düşler tasarımıdır. Bir bakıma içindekileri kendi tarzınla yazıya dökmektir. Hayatta herkesin kalbine dokunan bir şiir, bir öykü, bir söz muhakkak vardır. Edebiyatın sonsuz derinliğinde benim de tuzum olsun istedim. Edebiyatla ve sevgiyle kalın... 

Kış Bahçesi (Kitap)

    Bir süredir okuma konusunda yavaşım, Ramazan ve bayram derken günler çabuk geçmiş. Yazardan okuduğum ilk kitaptı bu, oldukça sevdim ben....