7 Eylül 2024 Cumartesi

Vahşetin Çağrısı (Kitap)

 


 Yazarın doğa ve hayvanlar üzerine yazdığı kitapları daha seviyorum. Her şeyi çarpıcı bir gerçeklikle anlatıyor. Buck adlı köpek yaşadığı yerden koparılır ve bir yabancıya satılır. Sonra kızak çekmesi için çok sayıda köpekle birlikte yaşamaya itilir. Önceleri işleyişi bilmeyen Buck zekası sayesinde çoğu şeyi çabuk öğrenir ve yaşamak için mücadele etmek zorunda kalır. İnsanlardan çektiği yetmiyor gibi kendisine rahat vermeyen diğer köpeklere karşı da uyanık olmak zorundadır.

 Gittikçe güçlenir ve insanların gözdesi haline gelir. Buck en başından beri çok fazla değişim yaşar, hayatın zor koşullarıyla yılmadan mücadele eder.

 Yazarın yalın ve gerçekçi anlatımı sayesinde okurken her şey gözümde canlanabiliyor. Yazarın iyi bir gözlemci ve analizci olduğu belli. Anlatımındaki incelik ve detaylar dikkat çekici. Hayvanların çektiği sefalet ve acıyı fazlasıyla hissettiriyor. Hayvanların vahşi koşullar altında kim bilir daha neler çektiğini düşünmeden edemiyorsunuz.


Sadece ortama uyum sağlıyor, farkına bile varmadan kendini yeni hayat tarzına uyduruyordu.

Öfkesi acıydı ama kör değildi. İçindeki parçalayıp yok etme tutkusunun aynısına düşmanının da sahip olduğunu aklından çıkarmazdı.

O kadar ıstırap çekmiş, o kadar perişan olmuştu ki aldığı darbeler canını daha fazla yakmıyordu artık.


5 Eylül 2024 Perşembe

Adanın Fısıltısı 3 (Hikaye)

 


 Gece, rüzgarın uğultusu başladığında hemen kulaklarımı pamukla tıkadım. Gerçekten de işe yaramış, sesler kesilmişti. Bitkin halde yatağa uzandım. Gerginlikten gözüme uyku girmedi, rahatsız edici düşüncelerim geri gelmişti. Buradan çıkamama fikri beni ölesiye korkutuyordu. Sevdiklerimi bir daha hiç göremeyecek miydim? Sanki ikiye bölünmüştüm. Kaçmak isteyen yanımla burada kalmak isteyen yanım çarpışıyordu.

Bir gün ormana giderken geçmişime dair hiç özlem duymadığımı fark ettim. Fısıltıyla sohbet edip dururken ailem bile aklıma gelmez olmuştu. Bu ben olamazdım. Adadan önceki hayatım yoktu sanki. Önümden geçen alımlı kelebeğin dansına takılı kaldı gözlerim. Bir süre sonra kelebek yere düştü, ölmüştü. Geride hiç iç bırakmadan toprak onu içine çekti. O an kafama dank etti, adada hiç mezarlık görmemiştim. Sormak için ustamın yanına koştum. “Bu adada ölenlere ne oluyor?”

“Gömülüyorlar evlat, başka ne olacak?” Sorumu yadırgamıştı, tek kaşını kaldırdı. “Mezarlık nerede peki?” Düşünmeye başladı, bir süre ne diyeceğini bilemedi. “Şey, neredeydi ya? Şimdi çıkaracağım bekle.” Dediği gibi bekledim ama beni de sorumu da unutup işine döndü.

Çok garip. Sanki bir şey insanların kafasını karıştırıyordu. Birkaç gün sonra birinin ölüm haberini aldık. Yakınları üzgündü ve cenaze ile meşguldü. Gidip uzaktan izledim, adamı ormanın içinde bir yere gömdüler ve ağlayıp dağıldılar. Her şey normal görünüyordu yine de ertesi gün kimse yokken aynı yere gittim. Mezarın olması gereken yerde toprak dümdüzdü. Şaşkınlıkla bir süre toprağı kazdım ama içinde bir şey yoktu. Korkuyla geriye düştüm. Şaşkınlık ve endişeyi üzerimden atmam bayağı sürdü.

O gece bir kâbus gördüm. Adanın soğuk kumlarında yalınayak yürüyordum. Her yeri beyaz bir sis örtüsü kaplamıştı. Akbabalar birer birer gelip ağaçların dallarına konuyordu. Nereye gittiğim hakkında bir fikrim yoktu, her adımımda kalbimi saran korku büyüyordu. Üzerimdeki gözleri hissedince koşmaya başladım. Kuşlar da peşime takıldı. Kulakları sağır edecek gürültü vardı. Dengemi kaybedip bir ağacın dibine yuvarlandım. Yerden fırlayan sarmaşıklar bedenimi sardı, ben deli gibi çırpınırken beni toprağın içine doğru çekti. İnsanları öğüterek beslenen bir ada.

Bağırarak uyandım, terden sırılsıklam olmuştum. Ne olursa olsun buradan kurtulmalıyım. Ölü ya da diri benden haber alamamak ailemi mahveder. O an kalbimdeki tüm tereddütlerden sıyrıldım.

Sonra bir şey hatırladım. Buraya geldiğimde ilk karşılaştığım kişi yağmurlu günde durakta kayıp ilanında gördüğüm adamın ta kendisiydi. Halbuki bana henüz çocukken buraya geldiğini, kimsesinin olmadığını söylemişti. Tamamen yanılıyordu, onu arayan bir ailesi vardı. Her ne kadar konuşmak istesem de gerçeği ona söyleyemedim. İnanmazdı.

***

Kalemi bulduğumda derin bir nefes aldım, mumu geri yaktım. Hemen yazacaklarımı yazdım, yırtılmasından korkarak kağıdı özenle katladım. Çantamı alıp kendimden emin kulübeden çıktım. Daha ilk adımımda beni buraya bağlayan bağların gevşediğini hissettim. Bu kez başaracağımı biliyorum.

Kimseye görünmeden denize açıldığımda arkama bakmadan kürekleri çektim. Nefesimi tutmuş bekliyordum, öncekinin aksine adadan uzaklaşabildim. Dönüp ardıma baktığımda şok oldum, adanın eski görüntüsünden eser yoktu. Küf kokusu burnuma kadar geldi, çürümüşlüğü görebiliyordum. Adanın etrafı gri bir sis tabakası ve yer yer yükselen dumanla kaplıydı. Gözüme inen perde kalktı kalkmasına ama şimdi önümde yeni bir sorun var. Denizde kürek çekerek nereye kadar gidebilecektim? Adadan kurtulmaya o kadar odaklandım ki gerisini hesap etmemişim.

Saatlerce kürek çektikten sonra iyice yorgun düştüm. Çantama attığım azığı çıkarıp bir şeyler yedim. Kayık hafif hafif sallanırken içimdeki korku büyüyordu. Tek başıma ve savunmasızdım. Hava karardıktan bir süre sonra kürekleri içeri çektim, uyuyakaldım. Gün doğmaya başladığında başımı kaldırıp etrafa bakındım, her yer uçsuz bucaksız mavilikti. Bu sonsuzluk hissi beni sarstı. Vakit geçtikçe çöküyordum. Buradan kurtulamayacağım, bu düşünceyi kafamdan atmaya çalıştım. O anda bir tekne sesi geldi. Telaşla doğruldum, hırkamı sallamaya başladım. Tekne yaklaşınca sevincim dehşete döndü. “Aren!” 

İyice yaklaşan Aren yakınımda tekneyi durdurdu. Öne doğru çıktı, bakışlarından bir anlam çıkaramıyordum. “Yolunu kaybetmişsin, seni bulmam biraz vakit aldı.”

“Burayı nasıl buldun?”

“Her şeyi biliyor olmalısın, adadan çıkmayı başardığına göre.”

“Neden bunu yapıyorsun?” 

“Seni adaya zorla götürmedim. İnsanlar ve ada birbirinden karşılıklı fayda sağlar. Arzun seni oraya sürükledi. Kandırıldığını düşünüyorsun farkındayım ama adanın sözünden çıkacak iradem yok benim, ismimi bile o verdi.”

O anda öfkemi yanlış kişiye yönelttiğimi anladım. Aren ele geçirilmiş biriydi ve adanın hükmünden çıkamıyordu. Belki de o yüzdendi bana bakışlarındaki çözememişlik. Gözlerinde gerçek bir şaşkınlık ve kıskançlık vardı. “Sadece görevimi tamamlamaya geldim. Denizde ölüp gitmeni istemiyor ada. Eğer geri dönme gibi bir niyetin yoksa seni aldığım o kasabaya bırakacağım.”

“Adaya dönme gibi bir niyetim yok elbette. Hem sana ne diye güveneyim ben?”

“Yeterince vaktim var, sen ikna olana kadar buradayım. Bana seslenmen yeter.”

Ona aldırmadan kürekleri çekmeye başladım, ben uzaklaştıkça Aren de beni takip ediyordu. İki gün sonra direncim kırılmaya başladı, yiyeceğim ve suyum tükenmişti. Hafif sallantı midemi bulandırıyordu, çok acıkmıştım. Gözlerimi kapadığımda bir salıncakta ileri geri hareket ediyormuşum gibi geldi. Ne kadar öyle kaldım bilmiyorum. Uzaklarda adımı çağıran bir ses işittim. O kadar bitkin haldeydim ki yanıt veremedim. Boğazım tamamen kurumuştu, sesim çıkmıyordu. Sonra dudaklarıma değen suyu hissettim, kana kana içtim.

“İyi misin?” dedi Aren. Koluma girip beni tekneye çıkardı. Gözlerim karardığı için güçlükle ilerleyebildim. Bana biraz yiyecek ve ilaç verdi. Başım ağrıdan zonkluyordu. Bir süre sonra uykuya yenik düştüm. Sabah olup da uyandığımda teknenin hareket halinde olduğunu fark ettim. Üzerimdeki battaniyeyi atıp güverteye çıktım telaşla. “Sakin ol. Kasabaya yaklaştık bile.”

Dönüp baktığımda Aren’in doğruyu söylediğini gördüm. Kıyıya yaklaşıyorduk, kurtulmuştum. Ben indikten sonra Aren bir süre beni izledi, sonra bir şey demeden tekneyi çalıştırıp uzaklaştı. İlk işim yoldan geçen birinden telefonunu istemek oldu. Hemen babamın numarasını çevirdim. Birkaç kez çaldıktan sonra babam telefonu açtı. “Alo?” Cevap vermeden önce yutkundum, bu sesi tekrar duyabildiğime inanamıyordum.

Konuşma sonrasında telefonu sahibine iade ettim. Evdekilerin hayret nidaları, sevinçleri kulağımdan gitmiyordu. Onlar için hiç de kolay değildi biliyorum ancak olanları anlatamazdım. Eve varışım düşündüğümden duygusal oldu. Annem sıkıca sarıldı bana. Herkes neler olduğunu merak ediyordu. Annem dikkatle baktı bana. “Gözlerin bile göçmüş, zayıflamışsın. Neler oldu böyle?” Ellerini tuttum, zoraki gülümsedim.

“Hiç sorma anne. Sana en son denize açılacağımdan söz etmiştim. Yolda tekne bozuldu, mahsur kaldık. Telefonumun da şarjı bitti. Rüzgarda sürüklenip durduk ve ıssız bir adaya düştük. Günlerce birilerinin geçmesini bekledik. Sizi endişelendirdiğim için üzgünüm.”

Neticede büyük bir talihsizlik yaşadığıma inandılar ve kaygıları yavaş yavaş son buldu. Her şey rutin bir şekilde ilerlemeye başladı. Adadan kurtulabildiğim için üzerimden büyük bir yük kalkmıştı. O hatıralar şimdi sadece canımı yakıyordu. Hele de kimseye anlatamıyor olmak...

Bir sabah kahvaltı yaparken annemin gözlerini bana diktiğini fark ettim. “Bir şey mi oldu anne?”

“Oğlum gerçekten iyi misin? Bizden bir şey mi saklıyorsun? Geldiğinden beri bir farklılık var sende.” Onu üzgün görmeye katlanamıyordum. Tüm içtenliğimle gülümsedim. “Her şey anlattığım gibi anne. Geçti gitti, gayet iyiyim.”

“Geceleri kâbus görüyorsun, sayıklıyorsun,” dedi düşünceli halde.

Ağzımdaki lokmayı güçlükle yuttum. Acaba uykumda neler saçmalamıştım? En kötü ne olabilir ki? Annem endişe içinde sözlerini sürdürdü. “Ait olduğum yerden kopamam. En kısa zamanda adaya dönmeliyim. Çağrını bekliyorum, duy beni. En son söylediklerin bunlardı.”

Dehşetle açıldı gözlerim. Çatal elimden düştü. “Hayır, hayır!” Bunları söylemiş olamam. Masadan fırladım, çünkü adaya dair anılarım silinmeye başlıyordu. Düşe kalka odama giderken annem de telaşla arkamdan koştu. Her şeyi yazdığım kağıt neredeydi? Gerçekleri aydınlatabilecek birilerine onu teslim etmeliyim. Belki de polise...

Annem bağırdı. “Rüzgar ne oluyor? Korkutuyorsun beni!” 

Dolabı açtım, içindekileri hızla boşalttım. Sonunda kutuyu buldum ama içi boştu, giysilerin içinde -adadaki kuşlardan birine ait olan- tüy vardı. Öfke içinde dolaba vurmaya başladım. “Kahretsin!” Her şey bulanıklaşıyordu, içimde büyük bir boşluk hissetmeye başladım. Annem endişe ile koluma yapışınca durdum. Dehşete kapılmıştı, pişmanlıkla yere çöktüm. Gözlerim dolmaya başladı. “Kurtuldum sanmıştım anne.” Eğilip bana sarıldı, yalvarırcasına konuştu. “Derdin neyse birlikte çözelim. Anlat bize.” 

Sessiz kalmayı seçtim. Aradan günler geçti, tüm çabalara rağmen kimse ağzımdan bir laf alamadı. Yaşadığım her şey rüya gibi geliyordu artık, gerçekten o adaya gitmiş miydim? Annem hâlâ uykumda konuştuğumu söylüyor, bir gün çekip gitmemden korkuyordu. Herkesin gözü üstümde. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hissediyorum. Sonra bir gece ansızın uyandım, yine o sesi işittim.

“Kaçmakla eline ne geçti? Adanın dışında bir hayat yok artık senin için. Gerçeği gör diye seni durdurmadım. Sesin her gün bana ulaşıyor, kalbin burada kaldı, gel hadi.”

Bu kez konuşan adanın ta kendisiydi. Ağzımdan tek bir kelime çıktı. “Geliyorum.”


~Son~


3 Eylül 2024 Salı

Adanın Fısıltısı 2 (Hikaye)

 


 Sabahın erken saatlerinde garip hislerle uyandım. İçim içime sığmaz oldu, kalkıp pencereyi açtım. Güneş bir miktar yükselmişti, bulutlardan yağmur yerine yeşil tozlar düşmeye başlayınca şaşkınlıkla gözlerimi ovdum. Adanın üzerine yağan zerrelerle orman capcanlı bir renge büründü, sanki üzerindeki toz alınmıştı. İlerideki bir ağaç çiçeklerini döktü ve her bir çiçek girdap çizerek uzaklara savruldu.

 Kahvaltı için çağırılınca kendimi dışarının büyüsünden koparabildim. Kahvaltı boyunca sessizliğimi korudum. Ne düşünmem gerektiğinden emin değildim. Çocuklardan biri elindeki çatalı bırakıp bana döndü. “Kalbin derinlere kök salmış, adayla bağ kurmuşsun. O yüzden gelmişsin buraya.” Tam çayı yudumluyordum ki boğulur gibi oldum, öksürük tuttu. İhtiyar kalkıp sırtıma vurdu. Sonra çocukları azarlamaya başladı. “Kim anlatıyor bu zırvalıkları size? Bir daha böyle konuştuğunuzu duymayım.”

“Sana kim söyledi bunu?” dedim. Kalbim küt küt atıyordu. Azar işiten çocuğunsa gözleri dolar gibi oldu. “Of, büyüklerin nesi var anlamıyorum. Fısıltıları hiç dinlemiyorsunuz.”

“Fısıltıymış, rüzgârın sesi sadece o!” Konunun kapanışını çaresizce izledim.

O gün pek çok adalı ile tanıştım, benim için bir süredir kullanılmayan kulübeyi ayarladılar. Tek göz odası, küçük mutfağı vardı. Kıyafetlerimi eski, küçük dolaba yerleştirdim. Çalışma masası çok eskiydi ama iş görürdü. Rengi solmuş perdenin uçları yer yer yırtılmıştı. Yatağın iyi durumda olmasına sevindim, temiz çarşaf ve battaniye de vermişlerdi. Mutfakta da şömine benzeri taş ocak vardı.

O gece kulübede bir başımaydım, sonra birden fısıltılar yalnızlığıma eşlik etti. Adanın dört bir yanından gelen sesler boğuk bir uğultu gibiydi, anlaşılmazdı. Tüm dikkatim buna kayıyordu, başka şey düşünemez oldum. İzleniyor olduğum hissini üzerimden atamıyordum. Yine de yorgun hissettiğim için kısa sürede uykuya yenik düştüm.

Sabah ateş yakıp çay koydum. Hava öyle güzeldi ki bir şeyler atıştırdıktan sonra kendimi dışarı attım. Bir patikada yürürken mavi çiçekler ilgimi çekti. Bunlar evdeyken baş ucumda bulduğum çiçeklerdi. Bunu anımsayınca bir tuhaf oldum. Ayaklarımdan çıkan köklerin toprağın derinliklerine indiği hissi gelip geçti bir an. Tüylerim diken diken oldu.

 Burada insanlar geçimini sağlamak için ormancılık, tarım, marangozlukla falan uğraşıyordu. Ben de burada yaşamaya karar verdiğim için bir ormancının yanında çırak olarak işe başladım. Adam başta yaşımın büyük olduğunu söyleyip mırın kırın etse de diğerlerinin ısrarı ile kabul etti.

Geceleri ise ada bambaşka bir hal alıyordu. Rüzgârın uğultusuna karışmış fısıltılar etrafı sarıyordu. Buraya geldiğimden beri rahat uyuyabildiğimin, ruh halimin değiştiğinin, kaygılarımın azaldığının farkındayım fakat fısıltıların kaynağını merak ediyordum. Ertesi gün ustama geceleri garip sesler duyup duymadığını sorduğumda sakalını sıvazlayıp yanıt verdi. “Fısıltılardan bahsediyorsun sanırım. Adanın etrafında oluşan ani basınç değişimlerinin buna sebep olduğu söyleniyor.”

“Anlıyorum, yani herhangi bir anlamı yok.”

“Hayır, ne olabilir ki?” Omuz silkip yanımdan uzaklaştı. Benle konuşmaktan çok daha önemli işleri var gibiydi. Kuru ağaçları testere ile kesmeye başladık. Ustamın pes edip gitmemi bekler gibi bir hali vardı. Kolay kolay yılmayacağımı ona göstereceğim. Akşam üstü eve döndüğümde bitkindim. Kollarımı ve bileklerimi ovarak rahatlamaya çalıştım. Kendimi öylece yatağın üstüne bıraktım, dövülmüş gibiydim.

Çok iyi kapatmamış olacağım ki pencere bir anda açıldı, içeriye serin hava doldu. Dalgaların sesini net şekilde duyabiliyordum. Fısıltıları işitince hızla üstüme bir hırka geçirdim. Yalın ayakla dışarı çıktığımdan parmaklarım nemli kumlara gömülüp duruyordu. Sudaki mavi ışıltıların dansı, gökteki yıldızların havai fişek gibi dağılması, bulutların arasından yüzünü gösteren hilalin beşik gibi sallanışı... İnanılmaz görüntüler karşısında başım döndü. Daha neler! Çiçek kokuları mı bende kafa yapıyordu yoksa? 

Beni buraya getiren neydi? Buna bir yanıt vermem zordu. Dönüp geriye, kulübelerin olduğu yöne baktım. Uzaktan sadece karaltı olarak gördüğüm evlerde her hangi birilerinin yaşadığına dair iz yoktu. Evlerden çıt çıkmıyordu, hiç ışık yoktu. Burası sahte bir güzellikten mi ibaretti? Hislerimin sürekli değişmesi beni korkutuyordu. Telaşla ayağa kalktım. Gitmeliyim. Ya şimdi, ya hiç! Eşyalarımı toplama niyetiyle kulübeye doğru yönelmiştim ki o sesi işittim. “Gitme.” 

Yüreğim ağzıma geldi, oysa etrafta kimse yoktu. Kulübeye koşup çantamı topladım ve kıyıdaki bir kayığa atladım. Kürekleri çektim. Dakikalar birbirini kovaladı ama ben adadan hiç uzaklaşamadım. Sonra şok edici gerçeği kavradım, adanın etrafında daireler çizip duruyordum. Ne kadar kürek çeksem de kayığın burnu hep saat yönünde dönüyordu, buradan çıkamıyordum. Yüzerek kaçma fikri de fazla çılgınca geldi. Ellerim titremeye başlayınca boş yere uğraşmayı bıraktım. Başımı ellerimin arasına aldım, nefesim kesilecek gibi oldu. Çaresizlik içinde geriye döndüm. Kumlara ayak bastığımda gerginliğim biraz azaldı. Kendimi yere bıraktım, istemsizce güldüm. Aren! Hepsi senin yüzünden! Sonunda yılmış halde bağdaş kurup oturdum. O sırada etrafımda helezon çizerek döndü rüzgâr. “Ne düşünüyorsun böyle?”

 Birden fazla kişi aynı anda konuşuyor gibiydi, ses hem güçlü hem çocuksu hem de şiirseldi. “Kimsin sen?” dedim korku içinde.

 “Dilersen dostun olabilirim.”

 “Kendini göster bana.”

 “Bir görüntüm yok sadece sesim ben.”

 “Ama düşünüyor ve yanıt verebiliyorsun,” dedim kuşkuyla. Şaşkınlığım karşısında güldü. “Bu adada her şey alışılmışın dışındadır, hâlâ kavrayamadın mı? Seni buraya getiren de böyle bir yere ihtiyaç duymandı. Ruhun buraya uyum sağlamaya başladı bile.”

 “Kulağa korkunç geliyor. Ben deliriyorum galiba, başka açıklaması olamaz,” dedim kendi kendime.

 “Hayır, delirmedin sadece şahit olduğun gerçekler ile inkarcı mantığın çatışma halinde.” 

 Nereye bakmam gerektiğini bilemeyince denize çevirdim bakışlarımı. “Burada neler döndüğünü anlat bari.”

“Senin gibisi ilk kez geliyor buraya.” Bu, beklediğim yanıt değildi ama şaşırttı beni. “Ne demek istiyorsun?”

“Direniyorsun. Kendine, hislerine, arzularına... Kafanın içinde sanki başka birisi yaşıyor.”

Ses, hayal kırıklığına mı uğramıştı bana mı öyle geliyordu? Rüzgâr durunca fısıltı da kesildi oysa daha sormak istediğim çok şey vardı. Güçlükle yerimden kalktım, çantamı silkeleyip omzuma taktım, eve döndüm. İlginç bir şekilde yalnızlık hissim azalmıştı, konuşmanın devamı için bu kadar istekli olacağım aklıma gelmezdi. Kendimi tatlı bir rüyada gibi hissediyordum, az önceki korkum tamamen uçup gitmişti.

Ertesi sabah kalktığımda bir an önce gece olmasını istiyordum. Onunla tekrar konuşmam gerek. Hazırlanıp ormana gittiğimde ustam çoktan işe başlamıştı. Adadaki belli yaşın üstündeki herkes gibi onun da göz altlarında morluk vardı. Gençler ise daha enerjik ve neşeliydi. Çocuklar... Doğru ya çocuklar, onlarla hemen konuşmalıyım. Hava kararmadan işi bırakıp doğruca çocukların evine gittim. Neyse ki ikisi bahçede yalnızdı. Beni fark edince yanıma geldiler, başlarını okşadım. “Adadan çıkamayacağımı söylemiştiniz, bunu nereden biliyorsunuz? Fısıltıları siz de duyuyorsunuz değil mi?”

Büyük olanın gözleri ışıldadı. “Çocuklar fısıltıları duyar ama insanlar büyüdükçe duymaz hale geliyorlar ve unutuyorlar.”

“Ben buradan nasıl çıkabilirim peki? Bir şey biliyor musunuz?” 

“Gitmek mi istiyorsun? Burayı sevmedin mi?” 

“Bizimle kalabilirsin,” dedi küçük olan.

“Üzgünüm çocuklar ama benim evim, ailem uzakta. Onların yanına gitmem gerek, çıkışı bulamıyorum.”

Şimdi ikisi de daha anlayışlı görünüyordu. Sonunda büyük olan kulağıma bir şeyler söylemeye karar verdi. Eğildim. “Bizim dediğimizi söyleme. Adadan çıkmak için kalbinden burayı söküp atman gerekiyormuş.”

Bu yanıt beni hayal kırıklığına uğratmıştı, belli etmemeye çalıştım. “Bu önemli bir bilgi, teşekkür ederim, kimseyle paylaşmayacağım.”

İki çocuk da gülümseyerek bana bakıyordu. Bana yardımcı olabildikleri için mutlu görünüyorlardı. “Siz de bu konuştuklarımızı sır olarak saklayın olur mu?” Kararlı bir şekilde başlarını salladılar.

 O gece sabırsızlıkla fısıltıları duyacağım anı bekledim. Belki buradan nasıl çıkacağımı öğrenebilirim. Deniz kıyısına oturup bir dalla kumu eşelerken onu işittim. Ses bu kez orta yaşlarda, nazik bir kadına ait gibiydi.

“Yalnızlıktan korkuyorsun değil mi?”

 “Yalnızlık boğucu bir karanlığa dönüşürse gerçekten korkutucudur.”

 “Aklından geçenleri anlat bana.”

Ses öyle ikna ediciydi ki dilimin çözülmesinden korktum. Oldum olası kendimi açık etmekten sakınan biriydim. “Neden sustun?” dedi.

“Korkuyorum. Bu adada hayallerimin ötesinde bir yaşama kavuşmuşken bir gün aniden uyanarak aslında hiçbir şeye sahip olmadığımı görmekten korkuyorum. Gitmekle kalmak arasında bocalıyorum, bu gelgit beni bitiriyor.”

 “Yaşam böyledir. Kimse değer verdiği bir şeyin ellerinden kayıp gitmesini istemez. Gelecekten korkmak yerine içinde bulunduğun anın güzelliğini yaşa. Kara bulutlar yaklaşıyor mu diye hep uzaklara bakarsan beklediğin gün doğumunu göremezsin.”

“O gün doğumu sahteyse bile beklemeye değer mi?”

Birkaç saniye boyunca sessizlik sürdü. Gerçekten ne yanıt vereceğini mi düşünüyor? “Gerçek nedir peki? Görebildiğin mi, dokunabildiğin mi, duyabildiğin mi? Bırak duyguların sana ışık tutsun, yolunu bulmak istiyorsan kendini sınırlama.”

“Peki ya sen benim hayal ürünümsen?” 

“Kendini bırakmak yerine açık arıyorsun hep.”

“Direnme konusuna mı geleceksin yine?”

Sustu. Uzun sürdü sessizlik. “Tek fark eden sensin,” dedi. “Neyi?” dedim.

“Sabit bir ses tonum yok. O yüzden şu ana dek adadaki insanlar her seferinde farklı biriyle konuştuğunu sandı. Sen farklısın.”

“İltifat mı kabul etmeliyim bunu?”

“Hayır, öngörülemez birisin, tehlikelisin.”

 Ses yine kesildi, fark ettiğim şeyle boğazım düğümlenmişti. Ada beni tehdit olarak görüyorsa gitmeme asla izin vermezdi. Hissizce ilerleyip denize girdim. Ayaklarıma serin su çarpıyordu, yürümeyi sürdürdüm. Sular dizlerime, belime, son olarak boynuma kadar yükseldi. Dengemi kaybedip düşmemek için bayağı direniyordum. Birden yön duygum bozuldu, sular yüzüme çarpıp geçerken ne tarafa gideceğimi bilemedim. İki adım daha attığımda tamamen suyun içinde kaldım. Ansızın telaşlanıp çırpınmaya başladım. Soğuk canımı yakıyordu, nefes alamıyordum. 

Gözlerimi araladığımda kumların üzerinde yatıyordum. Dalgalar beni kıyıya vurmuş olmalıydı. Her şeyi hatırlayınca kalbim hızla çarpmaya başladı. Az kalsın ölüyordum. Titreyerek yerden kalktım, kulübeye zor attım kendimi. Uykuya daldığımda da sıkıntılı rüyalar gördüm. Annem endişeli halde beni arıyordu. “Rüzgar! Rüzgar!” Koluma birinin dokunması ile sıçrayarak uyanmam bir oldu. Alnımdaki ıslak havlu önüme düştü. 

“Sonunda uyandın,” dedi çatık kaşlı ustam. “Geç kalınca merak edip geldim, kapı açıktı.”

“Ah, üzgünüm,” dedim yataktan kalkmaya çalışarak. “Otur, otur. Birden ne oldu sana böyle? Eminim yemeğin de yoktur. Sen yat, ben bir çorba pişireyim.”

“Ama olur mu? Zahmet etmeyin.”

Ters bakışı ile susmak zorunda kaldım. “Çabuk iyileş de işine dön.” Başka şey demeden mutfağa geçti. Az sonra mis gibi kokular yayıldı etrafa. Acıkmışım, en son ne zaman yemek yediğimi hatırlamıyorum. Sonra annem geldi aklıma ve gördüğüm rüyayı anımsadım. Suçluluk hissetmeye başladım, günlerdir ailemle iletişim kuramamıştım. 

Gün boyunca yatıp dinlendim. Akşamüstü çok daha iyiydim. Gece olup da fısıltılar başladığında dikkat kesildim. Dünkü hezimetten sonra bile gizemli bir sohbeti kaçıramazdım. Bir süre kumsalda yürüdüm. “Bugün benimle konuşmayacak mısın?” dedim boşluğa doğru.

Bir esinti gelip etrafımı dolaştı. “Kulak verdiğin sürece konuşmaya hazırım. Dünkü gibi bir delilik yapma.”

“Beni kurtaran ada mıydı?”

“Evet. Bazı şeyler dikkatinden kaçmıyor, kafanda çok soru işareti var değil mi?”

“Bu adadan nasıl çıkacağım?” dedim uzatmadan.

“Gitmeyi bu kadar istiyorsun demek. Her şey senin elinde, gitmek de kalmak da.

“Denedim ama olmadı.”

“Biliyorum. Hep böyle bir yerde yaşamayı arzuluyordun. Şimdi buna kavuşmuşken içindeki arzuyu kolayca söküp atabileceğini mi sanıyorsun? İnsanlar buraya kendi ayağıyla gelir. Tabii ada da bulunma konusunda onlara yardımcı olur. Kalbindekilerin yankısı uzun süredir buraya vuruyordu. Biz de seni ait olduğun yere çağırdık.”

Gözlerim hayretle açıldı. Evde ve işte duyduğum o sesler gerçekmiş demek. O sözleri duyduktan sonra beni buraya sürükleyecek adımları tek tek uygulamıştım. İstifa etmiş, yolculuğa çıkmış, ait olduğum yeri aramıştım.  Meğer hepsi buraya ulaşmam içinmiş.

“Gitmenin bir yolu varsa eğer muhakkak başaracağım,” diye söylendim.

“O halde ada bu cüretine karşılık verecektir.”

Beni karamsarlığa iten tehditkâr sözlerin ardı gelmedi. Anladığım bir şey varsa o da buradan kurtulmam için sağlam bir iradeye sahip olmam gerektiğiydi. Bu, hiç kolay olmayacak. Günler böylece geçip gitti. Bir gün ilk kez gözümün altında oluşan morlukları fark ettim. Bu iyi değildi, içimi bir korku kapladı. Diğerlerine dönüşmeye başlıyordum.

Sonraki gün odun keserken yaşlı bir kadın geldi. Onu daha önce iki kez görmüştüm. Bakışlarında endişe vardı. “Nasıl yardımcı olabilirim?” dedim nazikçe.

“Biraz odun alacaktım ama taşıyamam. Nasıl yapsak?” dedi ustama bakarak.

“Rüzgar sen götürüver.”

“Tamam usta,” dedim.

Yaşlı kadın için odunları küfeye doldurdum ve yola düştük. Onunla ilgili çözemediğim bir şey vardı, sonunda fark ettim. Adadaki diğer insanların aksine gözlerinin etrafında hiç morluk yoktu, gayet sağlıklı görünüyordu. 

O önde ben arkada yürürken ufuk çizgisi civarındaki bulutlar iyice kızıla döndü.  Anında bu güzelliğin çekimine kapıldım. Adada hayatı ağır çekimde yaşıyor gibiydim. Burada nefes almak bile farklı duygulara sürüklüyordu insanı.

 “Duyuyor musun beni?” Kadının tiz sesini duymamak pek mümkün değildi. Sert bakışları etrafımda oluşan toz pembe bulutları dağıttı. Ona baktığımı görünce tekrar önüne döndü, yürümeyi sürdürdü. “Fırsatın varken buradan ayrılman gerektiğini söylüyorum sana.” 

“Neden?” Birden böyle bir konu açmasını garipti.

“Bunlar kör, hiçbir şeyin farkında değiller,” dedi parmağıyla ötedeki insanları göstererek. “Geceleri burası farklıdır. Önce kişinin ruhuna sızar fısıltılar, usulca orada kozasını örer. Masal dünyasında yaşıyor gibi hissedersin, kaptırırsın kendini. Oysa hepsi yanılgıdan ibaret. Ada seni bırakmak istemez çünkü verdiklerine karşılık senden bir şey alır.” 

 Duyduklarım karşısında hayrete düştüm. Başından beri çekindiğim şeyler vardı ama gerçekle yüzleşmek istememiştim. Yutkundum, sesimin titremesine engel olamadım. “Ada bizden ne alıyor?”

 Kadın durdu, küfeyi yere bırakmamı işaret etti. Evine gelmiştik. “Uyarmakta geç mi kaldım yoksa? Bakıyorum da gözlerin bile değişmiş.” 

“Lütfen söyle.”

“Ada iradeni, gücünü elinden alıyor. İçten içe buradan kopmak istemiyorsun çünkü ada buna izin vermiyor. Yavaş yavaş tükeniyor insanlar burada ve böylece ada daha güçleniyor. Hiçbir yerde bu kadar canlı renklere sahip, insanı baştan çıkaran bir güzellik gördün mü? Bunu neye borçlu sence?”

 Derin bir iç çektim. Kafamdaki soruyu yönelttim. “Peki, sen bu olanlardan nasıl etkilenmiyorsun?”

“İlk zamanlarda, her şeyin farkına vardım. Geceleri kulaklarıma pamuk tıkayıp uyuyorum. İnsanları uyarsam da beni dinlemediler. Yıllardır burada hapis hepsi ama farkında değiller. Ben gençliğimden beri burada yaşadığım için burayı seviyorum. Gidebileceğim başka yer yok zaten. Ada hakkındaki söylentiler dışarıdaki insanları çekiyor ama onlar senin gördüğünü göremediği için bu topraklara adım atamazlar.”

 “Peki, neden ben? Diğerleri neden göremiyor?”

“Kim bilir? Belki ada sadece gerçek bir kaçışa ihtiyaç duyanları etkisi altına alıyor.”

“Bundan kurtulmanın bir yolu yok mu?”

“Bilmiyorum, gidebileni hiç görmedim. Yine de seni uyarmak istedim.” 

 Çaresizlik içinde kıvranıyordum. Gerginlikten midem bulanacak gibiydi, başım zonkluyordu. Kadının söylediklerini işitmiyordum artık. Kaçarcasına oradan uzaklaştım. 

Devam edecek...

2 Eylül 2024 Pazartesi

Adanın Fısıltısı 1 (Hikaye)

 

 Bu hikayeyi uzun zaman önce yazdım. Çok kez de değiştirip son halini verdim. Belki başka şeyde kullanırım diye bekliyordum, sonunda paylaşmaya karar verdim. Manzara görselini de yapay zeka ile kendim hazırladım kafamdaki manzaraya da bayağı uydu, sevdim. 😃 Hikaye biraz uzun, 3 parça halinde yayınlamayı düşünüyorum. Keyifli okumalar, yorumunuzu bekliyorum. 🥰



 Bu yoldan geri dönüş mümkün müydü? Kapana kısılmıştım. Önümdeki boş kağıda baktım, elim titrerken bir şeyler yazmak zordu. Kalem elimden düşüp masanın altından yuvarlanarak odanın karanlık bir köşesinde gözden kayboldu. Hay aksi. Ona uyup neden buraya geldim ki! Yaşadığım inanılmaz hadiseleri eğer şimdi kağıda dökemezsem huzura kavuşamayacağım. Eğer bir gün olanları unutacak olursam -ki bunun olacağına dair belirtiler var- yazdıklarımın bana yol göstermesini umuyorum. Mumun titrek ışığı sanki biri üflemişçesine ansızın söndü. İrkildim. Sırtımdan enseme doğru bir ürperti yükseldi. Ada beni etkisiz kılmaya çalışıyordu, besbelli. Nefesimi tutarak yere çömeldim, dizlerimin üstünde, el yordamıyla kalemi aradım. Şakaklarımda ter damlaları birikmeye başlamıştı.

***

 Doğduğum gün babaannem adımı Rüzgar koymuş. Sanırım kendisi gibi tez canlı, atik olmamı bekliyordu. Çocukken köyde yaşıyorduk, pek arkadaşım yoktu. Yaşıtlarım dışarıda koşup oynar, türlü yaramazlıklar yaparken ben bahçenin bir kenarında kumdan ev yapmaya çalışırdım. Bir gün babaannem beni görünce keyifsizce mırıldandı. “Sana yanlış isim koymuşum ben, tüm gün kukumav kuşu gibi oturuyorsun orada.” Ben çocuk aklımla nerede hata yaptığımı düşünürken içeriye girdi ve elinde koca bir sepetle döndü. “Meyve toplamaya gideceğiz, sen de bana yardım edeceksin.”

“İyi de babaanne sen ağaca nasıl çıkacaksın?” dedim şaşkınlıkla. “Bu yaşta ağaca tırmanacak halim yok, sen çıkacaksın elbette.” Yüzündeki ciddiyeti görünce daha fazla soru soramadım. O gün korksam da babaannemin yönlendirmesi ile ağaca çıkmayı öğrendim.

 Büyüdükçe insanların benden beklentisi değişti. Hırslı biri olmamıştım hiç lakin bir şeyleri başarmanın önemli olduğu söylenip durmuştu bana. Lise döneminde düzenlenen okullar arası koşu yarışmasında okul tarihinin en kötü skoruna imza atmış, sonra da okulumuzun başarısını sabote ettiğim gerekçesi ile müdürden azar işitmiştim. Evet, normalde iyi koştuğum herkesçe bilinirdi. Birinci olup okulu gururlandırmamı beklerlerken sonuncu olmamın travmasını uzun süre atlatamadılar.

***

“Ait olduğun yere gel.”

 İrkilerek etrafa bakındım. Daha bunu yaparken bile sesin sahibini bulamayacağımın farkındaydım. Bir fısıltıydı işittiğim. Öğle arası olduğu için yemekhanedeydik. İş arkadaşım ne olduğunu sordu. “Yok bir şey, birinin bana seslendiğini sandım.” Sanmadım aslında o sesin muhatabının ben olduğuma adım gibi eminim. 

 İş çıkışında eve dönmek üzere otobüse bindim. Cam kenarına oturup dışarıyı izledim. Baharın gelişiyle yol kenarındaki ağaçlar beyaz çiçeklerle bezenmişti. Otobüs ilerledikçe batmakta olan güneş yüksek binaların arasından gözlerime vuruyordu. Eve varınca ailece güzel bir yemek yedik. Ardından annem demli bir çay yaptı. Çayımı alıp balkona geçtim. Tam karşımızdaki kafe tamamen dolmuştu. Kapısı her açıldığında içeriden gelen hafif müziği işitiyordum. Aşağıdaki yapay ışıklardan gözümü alıp kafamı geriye yasladım. Yıldızlı gökyüzü çok güzeldi. 

O gece huzurlu rüyalar gördüm, hep hayalimi süsleyen yeşil örtüyle kaplı mekânlarda gezdim. Sonra bir ada belirdi karşımda. Öylesine büyüleyici, öylesine güzeldi ki elimi uzatsam dokunacakmış gibiydim.

“Ait olduğun yer burası.”

İşittiğim sesle uyandım. Rüya mı görmüştüm? Uyumaya çalıştım ama nafile. O sırada sabah ezanı başladı. Esneyerek kalktım, ışığı yaktığımda yastığımın kenarında duran minik, mavi çiçekleri fark ettim. Unutmabeni çiçeğine benziyordu. Onların oraya nasıl geldiğine dair bir fikrim yoktu. Şaşkınlıkla çiçekleri elime alıp kokladım, o kadar farklı kokuyordu ki başım döndü.

Şirkette gün boyunca telefon trafiği bitmedi. Fiyat konusunda anlaşmazlığa düştüğümüz bir tedarikçi ile işi bağlamak için çok ter döktüm. Gün sonunda ofis koltuğuna kendimi attığımda bir fincan sade kahve içebildim. Yaptığım işten uzun zaman önce soğumuş, beni kendimden ödün vermeye zorlayan koşullar karşısında direnmekten yorulmuştum. Daha ne kadar sürecekti bu?

İş çıkışında durağa vardığımda feci bir yağmur başladı. Herkes durağın altına sığınmaya çalışınca kalabalıktan sıyrılmak için yan tarafa geçtim. O esnada cama yapıştırılmış eski, yırtık bir kayıp ilanı gözüme çarptı. Kayıp kişinin adı bile silinmişti. Fotoğrafa bakınca nedensizce içim ürperdi. Üşümüş halde eve vardığımda etrafı saran tarhana çorbasının kokusu beni canlandırdı. Halimi gören annem şaşkına döndü. “Çok ıslanmışsın.”

“Yağmura yakalandım,” diye söylendim.

Şüpheyle beni süzdü. “Yağmurda bir yere sığınmayı akıl edemedin galiba. Babanlar daha gelmedi ama sana sıcak çorba koyayım.”

“Tamam üzerimi değiştirip geliyorum.”

İki dakika sonra masaya oturmuş çorbayı içerken çocukluğumu anımsadım. “Küçükken her hastalandığımda bunu içirirdin anne.”

Annem şefkatle baktı gözlerime. “Sana bakınca hâlâ o çocuğu görebiliyorum. Hasta olduğunu hiç kabullenmezdin.”

“Sen de kırılgan olmadığımı.”

Annem aklından çok şey geçmişçesine gülümsedi. “Bunun pekâlâ farkındayım ama içindekileri her zaman rahatça dile getirebilmeni isterdim.” Neden böyle söylediğini soracaktım ki zil çalınca annem kapıya koştu, sonrasında konuyu açmaktan kaçındım.

 Günden güne işim boğucu hale gelmeye başladı, sıkışıp kalmışlık hissi yakamı bırakmıyordu. Sonunda istifa etme kararımı aileme söyledim. Beklediğim gibi babam duruma pek sıcak bakmadı. “Fazla acele etmedin mi? Hele de günümüz şartlarında iş bulmak zorken.” Babamın aklından geçenleri okumam zor değildi. Kendisi zor koşullarda okuyabilmişti. Sonunda her şeyin daha iyi olacağı konusunda onu ikna ettiğim gibi birkaç günlük gezi planımdan da bahsettim. “Biraz buradan uzaklaşmak bana iyi gelecek.” Babam başını sallayıp onayladı. “İyi, kafanı toplamış olursun. Sonra da yeni bir başlangıç yaparsın.”

“Nereye gideceksin peki?” diye araya girdi kardeşim. 

Son günlerde işittiğim fısıltılar aklıma düştü. Ait olduğum yer neresi? Ait olduğum yeri bulmaya, diyemedim. “Henüz karar vermedim.”

Hazırlıklarımı tamamlayıp evden ayrılma vakti geldiğinde yanıma fazla bir eşya almadım, sırt çantama gerekli olan her şeyi sığdırdım. Yolculuğumun ilk durağı Ege sahillerinden başlıyordu. Diğerlerine nazaran daha sakin bir koya geldim. Öncelikle rezervasyon yaptırdığım pansiyona yerleştim. Akşam yemeği için tercihim küçük, salaş bir mekân oldu. Bulunduğum yerden deniz manzarası görünüyordu. Alçalmaya başlamış olan güneşin ışıltılarının denizdeki yansımasını izlemek hoştu. Garson gelince siparişimi verdim. Yemeğin ardından sahilde bir yürüyüşe çıktım. Yüzüme vuran tatlı esinti çok güzeldi. Telefon titreyince baktım, annem mesaj atmış nasıl olduğumu soruyordu. Birlikte gelebilseydik ne güzel olurdu. 

İki gün doyasıya gezdikten sonra farklı bir şehre doğru yol alırken tren camından dışarıyı izlemeye koyuldum. Yolculuk sonunda vardığım kasaba nezih bir yere benziyordu. Günün ilerleyen saatlerinde kasabayı dolaştım. Deniz kıyısına varınca manzarayı daha iyi görebilmek için falezlere çıktım. Yürüyüş zorluydu, bu yüzden tepeye vardığımda kimseyi görmeyi beklemiyordum. Garip giyimli, uzun bir adam kenarda oturuyordu. Beni görünce hafifçe gülümsedi, ayağa kalktı. Hasır şapkası yüzünü gölgelese de bakışlarındaki keskinlik dikkatimi çekti. “Görülmeye değer bir manzara. Benim gibi denizi seviyorsun anlaşılan.”

“Severim.” Bakışlarımı ondan ayıramıyordum.

“Hiç gemi yolculuğu yaptın mı? Hele de fırtınalı bir günde... Yaşam ile ölüm arasında gidip gelirken hissedilen duygu sadece tutkudur. Tüm korkun geçer gider o anda.”

“Deniz yolculuğu kulağa hoş geliyor ama fırtınadan hoşlanacağımı sanmam.”

Yabancı bana dönüp dikkatle baktı. Yüzünde bilmiş bir ifade vardı, gözlerini kıstı. “Hepimizi kendine çeken bir yer vardır. Sen nereye gidiyorsun peki?”

“Belli bir rotam yok.”

“Peki tavsiye ister misin? Bu yönde bir ada var. Dünyanın en güzel manzarasına sahip olduğu söyleniyor ancak onu görmek herkesin harcı değilmiş.”

Ada mı? Kalp atışım hızlandı, dudağımın kenarını kemirmeye başladım. Hislerimi belli etmek istemiyordum. “Biraz iddialı bir söz, ayrıca güzellik görecelidir.”

“Bu bahsettiğim öyle bir şey değil ancak gördüğünde bunu bilebilirsin.”

“Peki, dediğin gibi olsun. Çok mu uzakta, neden herkes göremiyormuş?” 

Adam sesinin duyulmamasını ister gibi fısıldadı. “Çünkü ada öyle herkese görünmezmiş.”

“Bu da ne demek oluyor?”

“Oraya gidenler oldu ancak kandırıldıklarını söyleyerek geri döndüler. Bu yüzden gitmeden ne olacağını bilemezsin.”

Şüpheyle karşımdaki adama baktım. Acaba aklı yerinde değil miydi? “Çok ciddiyim. Yarın o adaya gideceğim. Benimle gelmek ister misin?”

Bir süre ne diyeceğimi bilemedim. Bu ada rüyalarımdaki ada olabilir miydi? Adamın akıl almaz sözlerine rağmen bu ihtimal kafamı kurcalıyordu. Yanıt veremedim.

“Yarına kadar düşün derim, en azından güzel bir seyahat yapmış olacaksın. Teknem şu aşağıda gördüğün yeşil olan. Karar verirsen gel beni bul.”

 Odama çıktığımda sessizlik rahatsız edici gelmeye başladı. Falezdeki adamın söylediklerini bir türlü kafamdan atamıyordum. Ani bir kararla eşyalarımı toplamaya başladım ve otelden ayrıldım. Tekneyi yerinde görünce rahat bir nefes aldım, yaklaştığımda onu gördüm. “Bu kadar çabuk gelmeni beklemiyordum,” dedi gülümseyerek. 

“Geleceğimi tahmin ediyordun demek?”

“Düşüncelerin yüzünden okunabiliyordu.” Elini uzattı. “Hadi gel, sabah erkenden çıkarız.” Elini tuttum, dengemi sağlamaya çalışarak tekneye geçtim. Tekne uzaktan göründüğünden daha bakımlı ve temizdi. “Tedirgin görünüyorsun, rahatla biraz.” Sonra bir bardak çay uzattı bana. Bardağı alırken gülümsemeye çalıştım. “Açıkçası neden buraya geldiğimi ben de bilmiyorum. İçimdeki sese kulak verdim. Bahsettiğin bu ada ne kadar uzaklıkta?”

“Yaklaşık iki günü bulur oraya varmamız. Havanın durumuna göre değişebilir de.”

Tavşan kanı çayı yudumlarken yabancının adını henüz bilmediğimi fark ettim. “Bu arada ben Rüzgar, doğru düzgün tanışmadık bile.”

“Ben de Aren.” Şaşırdığımı fark edince devam etti. “Çöl kumu demektir, pek yaygın bir isim değil biliyorum.”

“Hiç duymamıştım, güzel isim.”

“Uçsuz bucaksız çöllere güven olmaz, çöller insana yönünü şaşırtır. Belki de hak etmişimdir bu ismi.” Böyle bir açıklama yapmasını beklemediğim için şaşırdım. Bir şey mi ima ediyordu? Ciddiyetimi görünce güldü. “İsimlere fazla anlam yüklememek gerek.”

Sabahın ilk ışıkları ile birlikte denize açıldık. Endişelerimi bırakıp bu seyahatin tadını çıkarmaya karar verdim. En kötü ne olabilirdi? Saatler boyunca durgun, masmavi denizde ilerledik. Sonu nasıl bitecek bilmesem de bu yolculuktan keyif aldığım söylenebilirdi. İkinci günün sabahında Aren az kaldığını söyleyince heyecanlandım. İlerideki sis tabakasını gösterdi. “Onun içinden geçmemiz gerekiyor.”

Tekne ötesini göremediğim sisin içine girdiğinde başka boyuta geçiyor gibi hissettim. Bir anlığına zihnimde yapbozun parçalarının dağılması gibi bir şeyler koptu ve hızla geri birleşti. Şaşkınlıkla ne yaşadığımı sorgularken o manzarayı gördüm, dönüp kaldım. “Ama bu?”

 “Görüyorsun demek?” dedi Aren. Benim aksime hiç etkilenmemiş gibiydi. Hatta yüzünde memnuniyetsiz bir ifade vardı. “Artık yollarımız ayrılıyor.” 

Adanın nefes kesici güzelliğine vurulmuştum. Yeşilin her tonunu barındıran orman, güneş ışınlarını olduğu gibi yansıtan parıltılı nehir, gümüş renkli kanatlarıyla oradan oraya süzülen devasa kelebekler, baş döndürücü çiçek kokuları... Burası cennet gibiydi. Bunu bir kez gördükten sonra başka nerede yaşayabilirdim ki? “Neden gelmiyorsun?” dedim hayret içinde.

“Aynı şeyi görmüyoruz. Git hadi.”  Dediklerine aldırmadım, suya atlayıp kıyıya doğru ilerledim. Aklım fikrim adadaydı, uzaklaşan teknenin sesini işitince dönüp bakmadım bile. Ulaşılmaza duyulan özlem içimde yangına dönüşmüştü. Bu nasıl bir susuzluktu? Kıyıya vardığımda hipnoz olmuş gibi çevreyi izledim. Bir kuş başımın üstünden geçerken, gece mavisi tüyü süzülerek ayaklarımın dibine düştü, sonra sıvılaşarak ağır ağır toprağa karıştı. Hayretle bakakaldım. Eğer hayal görmüyorsam tüm bunlar neydi?

Birisi bana seslenene kadar titrediğimi fark etmemiştim. Güneş de batmak üzereydi ama ne batmak... Bulutlar güneşten yansıyan renklerle görsel şölen sunuyordu. Tablo gibi duran gökyüzünden bakışlarımı çekebildiğimde adam tekrar seslendi. “Hey yabancı! Ne yapıyorsun orada, iyi misin?”

 Üzerimdeki kıyafetlerin kurumaya yüz tuttuğunu fark edince iyice şaşırdım. Ne kadardır burada dikiliyorum? “Be-ben yeni geldim adaya.”

“Hoş geldin o halde. Sana kalacak yer ayarlamak gerek, hadi gidelim.” Onu daha önce bir yerlerde görmüş gibiyim fakat bir türlü çıkaramadım. “Ta-tamam, teşekkürler.” Adamı izledim. “Böyle bir yerin varlığı beni şaşırttı,” dedim.

“Ne var ki burada?” Hayretle adama baktım. “Ne mi var? Siz sahip olduğunuz bu güzelliklerin farkında değil misiniz?”

Adam önemsiz bir detaydan bahsediyor gibi elini salladı. “Zamanla alışırsın, abartılacak bir şey yok.” Önü çitle çevrili ahşap bir evin önüne geldik. Adam gidip kapıyı tıklatınca bir ihtiyar çıktı, durumu öğrenince beni içeriye buyur etti. 

Evin içi sıcacıktı, birden gevşedim. Her yer ahşaptandı ve saksılardaki çiçeklerden güzel kokular yayılıyordu. Tek ışık kaynağı raftaki mumlardı. Adam eşine seslendi. “Hanım, misafirimiz var. Sen sofrayı hazırla, ben ona giyecek bir şeyler vereyim.”

Bana gösterilen odaya geçtim. Üzerimi değiştirip hemen çantamı boşalttım. Her şey ıslanmıştı, telaşla telefonu çıkardım ama çalışmıyordu. Burada telefonun çekeceğini de sanmıyorum. Neyse ki adaya gelmeden önce annemle konuşmuş ona haber vermiştim. Bir süre telefonun çekmeme ihtimalini göz önünde bulundururlardı.

 Tekrar salona geçince iki çocuk yanımıza geldi. Bana bakıp bakıp gülümsüyorlardı.  “Sen ada dışından mı geldin?” dedi büyük olan.

“Evet, uzaktan geldim.” Çocuk sanki uzaydan geldiğimi itiraf etmişim gibi hayretle bana baktı. “O zaman buradan çıkamayacaksın.”

O an yüzümde nasıl bir ifade belirmişse ihtiyar araya girme gereği duydu. “Çocuklar misafirimiz yorgun, şimdi şakalaşmanın sırası değil. Bu hikayeleri nereden çıkarıyorsunuz?”

“Şaka demek,” dedim gülümseyerek. O sırada yemekler geldi. İki çocuk da mutsuz görünüyordu.

“Onlar bizim torunlar, burada doğup büyüdüler. Arada bir garip garip konuşurlar, sen takılma. Nedense insanların buradan çıkamayacağını düşünüyorlar.”

“Çocuk işte,” dedim anlayışla. Sıcak çorbadan birkaç kaşık aldığımda kendime geldim. Bugün şahit olduklarımı düşününce kafamdakileri sormak istedim ama cesaret edemedim. Ya sadece hayal görüyorsam? Bu insanlar da benim gördüğüm şekilde mi algılıyordu her şeyi?

Devam edecek...

Vahşetin Çağrısı (Kitap)

   Yazarın doğa ve hayvanlar üzerine yazdığı kitapları daha seviyorum. Her şeyi çarpıcı bir gerçeklikle anlatıyor. Buck adlı köpek yaşadığı ...